Gazetecilerden MiT Müsteşarlığı için Başbakan’a isim

Kırıkkale Milletvekili Sadık Avundukluoğlu, TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Başkanı olarak önemli çalışmalarda bulundu.

takvim.com.tr takvim.com.tr
Giriş Tarihi :17 Ağustos 2010 , 00:00 Güncelleme Tarihi :17 Ağustos 2010 , 15:24
Gazetecilerden MiT Müsteşarlığı için Başbakan’a isim
Komisyon Başkanlığı döneminde Türkiye'yi sarsan pek çok açıklamanın altına imza attı. Hazırladığı rapor da uzun süre Türkiye'nin gündemini işgal etti.
Komisyon Başkanlığı döneminde Parlamento muhabirlerinin büyük bölümü Sadık Avundukluoğlu ve daha sonra bir trafik kazasında hayatını kaybeden danışmanı Akman Akyürek'in peşindeydi. Herkes, yapılan çalışmanın ayrıntılarını elde edip, haber yapmak için koşuşturuyordu.
Sadık Avundukluoğlu, o dönemde farklı bir çalışma yapıyordu.
Devletin içindeki illegal yapılanmayı ortaya çıkarmaya çalışıyordu.
Buna da açık açık söylüyordu:
- Türkiye'de ne kadar illegal terör ve suç örgütü varsa, hepsinin de devlet içinde uzantıları var.
Ardından ekliyordu:
- Hangisinin uzantısı ne kadar, diye sorarsanız, o örgütün büyüklüğü ve gücü kadar. En büyük illegal örgüt PKK ise, devletin içinde en fazla etkili olan da o.
Bu sözleri her kesimde tartışılıyordu Sadık Avundukluoğlu ile farklı bir dostluğumuz vardı. Bu yüzden çalışmalarını ben de yakından izliyor, gelişmelerden anında haberdar oluyor ve ses getirecek haberlere imza atıyordum. Zaman zaman da kendisi ile bir araya gelip, çeşitli konularda fikir alışverişinde bulunuyorduk.
O akşam gazetede Sadık Avundukluoğlu ile buluşacaktık.
Ardından birlikte yemeğe gidip, sohbet edecektik.
Hayli gecikmişti Hiç böyle yapmaz, söz vermişse randevusuna zamanında gelirdi. Çok önemli bir işi çıktığı zaman da telefon ederek haber verirdi.
Bu defa ses soluk yoktu.
Üstelik, söz verdiği vaktin üzerinden bir saatten fazla zaman geçmişti.
Avundukluoğlu, yasa dışı örgütler tarafından da tehditler alan bir isimdi. Bu yüzden iyiden iyiye meraklanmaya başladım. Kendisinin gidebileceği her yeri arıyor, ancak hepsinden "Hayır, burada yok" cevabını alıyordum.

İKİ ÜNLÜ GAZETECİ

Bütün aramalarıma rağmen kendisine bir türlü ulaşamadım. Tam "kesin başına bir iş geldi" diyecektim ki, Sadık Avundukluoğlu kapıda göründü. "Neredeydin abi, meraktan öldüm" dedim. "Sorma" cevabını verdi:
- Patron Konut'a çağırdı.
Yanına gitmek zorunda kaldım.
Seni de arayamadım.
Kusura bakma.
Avundukluoğlu'nun "patron" dediği Başbakan'dı.
Akşam kendisini konutuna çağırmış, Avundukluoğlu da apar topar yanına gitmek zorunda kalmıştı.
Başbakan, gündemdeki bir mesele ile ilgili olarak bazı sorular sormuştu.
O sırada Başbakanlık Konutu'nda iki gazeteci daha vardı. Avundukluoğlu, onlardan da bahsetti. Biri o günlerde de oldukça ünlüydü. Diğerinin adı ise, kamuoyu tarafından pek duyulmamıştı. Bizler de kendisini iktidar partisinde muhabirlik yaptığı sıralarda tanımıştık.
Sadık Avundukluoğlu, "Biliyor musun MİT Müsteşarlığı'na kimin atanacağı belli oldu" dedi. "Kim" diye sordum "Şenkal Atasagun" cevabını verdi.
MİT'le çok fazla ilgili değildim. Ancak, o günlerde gazetelerde çok farklı isimlerin MİT Müsteşarlığı'na getirileceği bilgileri yer alıyordu. Bu yüzden de Avundukluoğlu'na "emin misin?" diye sordum. "Tabii ki eminim" dedi:
- Patron benim yanımda söz verdi.
MİT Müsteşarlığı'na Şenkal Atasagun'u getireceğini açık açık söyledi. "Kime?" diye sorduğumda, "Az önce söyledim ya gittiğimde Başbakanlık Konutu'nda gazeteciler de vardı. Onlara söz verdi" cevabını aldım. Söz konusu gazeteciler, Şenkal Atasagun için tavassutta bulunmuşlar, Başbakan da "tamam" demişti.

BİRİ EKRANDA DİĞERİ CEZAEVİNDE
İki ünlü gazeteci Gerçekten de dediği gibi oldu. Sadık Avundukluoğlu'nun günler öncesinden verdiği bilgi doğru çıktı. Birkaç gün içinde Şenkal Atasagun'un MİT Müşteşarlığı'na atandığı açıklandı. Sonra, o gece Başbakanlık Konutu'nda bulunan gazetecilerden ünlü olanı televizyon programlarına devam etti. Zaman zaman da önemli istihbarat bilgilerine dayanan ilginç programların altına imza attı. Diğerine gelince O gece kendisi için tarihi bir dönemeç oldu. Bir anda kaderi değişti. Şöhret basamaklarını üçer beter atlayarak, ilerlemeye başladı. Her geçen gün biraz daha yükseldi. Yüksek transfer paraları aldı, pet pete birkaç kurum değiştirdi. Sivri çıkışları ile tanındı, pek çok siyasi tartışmanın içine girdi. Sonunda, seveni ve sevmeyeniyle bütün Türkiye'nin tanıdığı bir "gazeteci" haline geldi. Biliyorum, "Kimdi bu gazeteciler" diye merak ediyorsunuz.!.. Biri ile hemen her gün karşılaşıyorsunuz. Televizyon ekranlarında "anchormen" olarak her aktam boy gösteriyor. Diğeri ise uzun süredir cezaevinde.

PATRON DA GAZETECİ DE FARKLIYDI
1980'liyılların başında gazeteciliğe ilk başladığımda, tablo bugünkünden çok değişikti. Gazetecilerin karşısında mesleği layıkıyla yapmayı ve her türlü doğruyu yazmayı önleyecek çok fazla engel yoktu. Kamuoyu yolsuzluklar konusunda bugüne oranla çok daha fazla hassastı. Vurdumduymazlık ve nemelazımcılık bugünkü kadar yaygınlaşmamıştı. Basının her kesim üzerinde gözle görülür bir ağırlığı vardı. Yazdığımız her haber büyük ses getiriyordu. Ortaya çıkardığımız bütün yolsuzluklar, önemli sonuçlara yol açıyordu. Hem toplumumuz, hem de basınımız henüz bozulmamıştı! O dönemdeki bir muhabir, bugün köte yazan pek çok anlı şanlı isimden daha etkiliydi. Çünkü, kulaklarına eğilip, "Aman ha dikkatli ol" diyen yoktu. Gazetecilik mesleği, dengelere ve ilitkilere göre değil, mesleğin gereklerine göre icra ediliyordu. Patronlar, diğer ticari itlerini değil, haberi birinci planda görüyorlardı. Atılan adımlar hesapsız ve kitapsız olunca, doğrular bulunuyor, son derece etkili haberler yapılabiliyordu. Aka "kara" denilmediğinden, gazetecilik mesleği toplumu yönlendirmek için değil, bilgilendirilmek için yapıldığından, vatandat nezdindeki itibarımız da oldukça yüksekti. O günlerde, kahvehanede, çarşıda, pazarda, belediye otobüslerinde yapılan tartışmalarda, "Gazete bile yazmış" denildiğinde, akan sular duruyordu. Gazetelerde yayınlananlar, tartışmasız doğrular olarak kabul ediliyordu. Şimdiki gibi, "Gazete yazmış da acaba doğru mu?" türünden dütüncelerin akla bile gelmesi mümkün değildi. Okurlar da mutluydu, biz gazeteciler de!.. 1980'li yılların ikinci yarısında Tercüman gazetesinde genç bir muhabirdim. Ankara Temsilcimiz Yavuz Donat'ın yönlendirmesinde kotutturup duruyorduk. Tercüman gazetesinin Ankara Bürosu, adeta bir arı kovanı gibi çalışıyordu. Bir gün yine aynı tempo içinde çalışırken, büro içinde ciddi bir telat yaşandı. Santral görevlisi panik içindeydi. Çünkü, bir dönemler "imparator" olan Tercüman gazetesinin sahibi Kemal Ilıcak, Ankara Bürosu'nu telefonla arıyordu. Üstelik, büroda görütmek istediği kiti de bendim. Ankara'daki "patron temsilcisi Uğur Reyhan'ı tanıyordum. Kimsenin yanına yanaşamadığı meslek büyüklerimizden olan Uğur Reyhan'la birkaç defa yan yana gelip, sohbet de etmittim. Her gün birlikte çalıştığımız Yavuz Donat bile bizim için olur olmaz zamanda rahatsız edilemeyecek önemli bir meslek büyüğümüz ve ustamızdı. Kemal Ilıcak'ı ise, sadece fotoğraflarından görmüttüm. Kemal Ilıcak'ın kim olduğunu, bize anlatıldığı kadarı ile biliyordum. Açıkçası ben de paniklemittim!.. Acaba Kemal Ilıcak beni niye arıyordu? Gerçekten beni mi arıyordu, yoksa bir yanlışlık ve karıştırma mı söz konusu idi? Bu dütünceler içinde telefonun ahizesini kaldırdım. Karşımda babacan tavırlı, hot sohbet bir insan vardı. Hiç de korkulacak, çekinilecek bir durum yoktu. Kemal Ilıcak halimi hatırımı sordu. Türkiye'nin içinde bulunduğu durumla ilgili kısa bir değerlendirme yaptı. Ardından da asıl arama konusuna girdi. "Bir haber yazmışsın" dedi: - O aleyhine haber yaptığın kiti, benim arkadaşım ve dostum. Haberin doğruluğu ya da yanlışlığı konusunda bir tartışma yapmak istemiyorum. Bütün bunları yazıp, altına imza koyduğuna göre, mutlaka doğrudur. Ancak, söylediğim gibi bu kiti benim dostum. Şimdi senden bir ricam var, onu bana bağışlar mısın? Ne diyebilirdim ki!.. Sadece tek kelimelik bir cevap verebildim, "estağfurullah" dedim. Kemal Bey de tetekkür ederek telefonu kapattı. Tabi, yazdığım haber ertesi gün gazetede yer almadı. Açıkçası, o günün genç gazetecisi Emin Pazarcı olarak biraz burulmuttum. Bir kitinin yanlışlarını yakalamış, günlerce çalışıp araştırmış, haber yapmıştım. Bu haber gazetede yayınlansaydı, o kiti büyük sıkıntıya girecekti. Tesadüfe bakın ki, hakkında haber yaptığım kiti patronumun dostuydu. Dört ayak üzerine dütmüt, sırf bu yüzden sıkıntıya girmekten kurtulmuttu. Aradan yıllar geçti. Köprünün altından çok sular aktı. Bugünkü tecrübem ve bakış açımla durumu çok daha farklı değerlendiriyorum. Kemal Ilıcak gibi bir patronla mesleğe başladığım için kendimi olağanüstü şanslı görüyorum. Nezaketine ve gazetecilik mesleğine gösterdiği saygıya bakın ki, bir dostunun aleyhine yazılan ve kullanılmayacak haberle ilgili olarak, gazetesinde çalışan muhabiri arayıp, "helallik" isteyebiliyordu. Onun kırılmaması için gönlünü almaya çalışıyordu! Kemal Ilıcak gazetenin sahibi. Üstelik, o dönemde bir imparator! Telefon açıp aradığı kiti de gazetesinde çalışan genç bir muhabir! Oysa, buna hiç gerek yoktu. Kemal Ilıcak'ın, sadece İstanbul'daki bir kurmayına "Bu haber kesinlikle kullanılmayacak" demesi yeterliydi. Ancak, O bunu yeterli görmedi. Gazetecilik mesleğine gösterdiği saygı ve gazeteciye verdiği değer, Kemal Bey'i muhabirini arayıp, gönlünü almaya mecbur kıldı! Nereden nereye. O günden bu yana her tey o kadar değişti ki. Şimdi, Kemal Bey'in gösterdiği inceliğin binde birini bulabilmek mümkün değil. Birincisi, artık hiçbir patron gazetesinde çalışan muhabirleri muhatap olarak kabul etmez. Onu telefonla arayıp, bota vakit geçirmez. Bu iti yanında çalışan ikinci ya da üçüncü adamlar yapar. İkincisi, böyle bir durumda muhabir aranıp gönlü alınmaya çalışılmaz, helallik istenmez. Muhabirle görütülüyorsa, "Ayağını denk al. Sen kim oluyorsun da, patronun arkadaşının aleyhine haber yapabiliyorsun" türünden bir fırça atmak içindir. Ayrıca, o fırça atma görevi de İstanbul yerine Ankara'daki sorumlular tarafından yerine getirilir. Tabi, bu son derece yumutak bir uyguma olur ki, pek fazla batvurulmaz. Şimdilerde, bu tür gelitmelerde en yaygın uygulama, vakit geçirmeden "boyundan büyük itlere kalkışan" o muhabire içinde it akdinin feshi bulunan sarı zarf göndererek kapı dışarı etmektir. Basın mesleği nereden nereye gitmit! Gazetecilikteki o eski anlayış da nezaket duygusu da kaybolmut. Geldiğimiz noktada, dışarıda haber kovalayan genç muhabirlere, rahmetli Kemal Ilıcak'ın gösterdiği bu tavrı anlatsanız, hemen hepsinin göstereceği tepki aynı olur. Karşınıza geçip, yüzünüze tuhaf tuhaf bakar ve "Bizimle dalga geçme, kafa bulma" cevabını verirler. Biz o dönemlerde cennette yaşadık Ama, devir değişti artık!

EMEL SAYIN, EVREN İLİŞKİSİ DEDİKODU

MİT'İN DIŞ OPERASYONLARI

TEŞKİLAT-I MAHSUSA'DAN MİT'E

ZARFIN YORUMU

ZİRVEDE 'DERİN' DAYANIŞMA