"19. yüzyılın büyük düşünürlerinden biri olan Feuerbach: "Ben Tanrısız bir dindarım" derdi. 20ci yüzyılın aynı çapta bir başka düşünürü sayılan Einstein : "Ben inanmayan koyu bir dindarım" diye eklerdi. Bu sözler, Batı dünyasını bir uygarlıktan bir başka uygarlığa götüren düşünür ve bilginlerinin, bir bakıma kökenini, 'aklın' yüceliği, ve bunun oluşturduğu 'insan sevgisi' duygusunda bulur." Prof. Dr. İlhan Arsel'in 'onun' hakkında yazdığı bu cümleler, bundan yaklaşık yirmi yıl önce kanlı ve karanlık bir suikasta kurban giden din alimi Turan Dursun'un yaşama bakışının bir özeti gibi. Çok önemli bir din eğitimden geçip, hayatını İslam'a adayan, sonra 'inançsızlığı' seçip 'Komünist imam' diye suçlanan, Hizbullah'ın hedefi haline gelen Turan Dursun'un öldürülmesinin ardındaki karanlık noktalar bizleri yine aynı adrese götürüyor: Bu kez CİA yerine İran, Amerikalı ajanlar yerine Hizbullah militanları ve her zaman olduğu gibi derin devlet... Hatta biraz sonra okuyacağınız iddialar doğruysa, derin devlet ve İran ile el ele veren Türk İstihbarat Servisi: MİT... Turan Dursun bütün bu gizli teşkilatları devletlerin derinliklerini ayağa kaldıracak kadar önemli bir insan mıydı diye sorarsanız yanıt belli: Belki de kendisi kişi olarak o kadar önemli değildi ama bazı inançları sorgulayama başlamıştı. Üstelik, o her hangi bir Marksist, komünist ya da ataist değildi. Turan Dursun, kendini ispat etmiş, Kur'an'ın ansiklopedisini yazmış bir dindar, bir bilim adamıydı. İslam için ortaya attığı yeni fikirler, karanlık düşünceler için büyük bir tehlike oluşturuyordu. Bunun için katli vacipti... Zaten onu katleden de Hizbullah'ın tetikçileriydi...
ALIŞILMADIK BİR DİN ALİMİ
1990 yılın 4 eylül günüydü. Yazdan kalman sıcak rüzgarlar, İstanbul'da Koşuyolu semtinde 'o'ndan başka herkes için geleceğe dair serin esintiler verebilirdi. Ama Turan Dursun, arabasından inerken, kaç gündür aldığı tehdit telefonlarını düşünmekten yorulmuş, bıkmıştı. Bir gün önce 'resmi makamlara' müracaat etmiş telefon numarasını değiştirmiş, sonra yurt dışına gideceği adresi güvenli telefonunda belirlemişti. O, her an öldürülmek korkusu içinde yaşayan bir insandı. Bunu hak etmiş miydi? Turan Dursun, 1934'te Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı Gümüştepe köyünde dünyaya geldi. Ailesinin sekiz çocuğundan biriydi. Henüz beş yaşındayken tüm ailesiyle birlikte Ağrı'nın Tutak ilçesinde dedesinden kalma yerlere tekrar sahip olmak ve oraları işletmek umuduyla göç etti. Babası aileyi geçindirmek üzere köylerde imamlık yapmaya başladı. Kıt kanaat geçinen babasının tek arzusu oğlunun Basra'da ve Küfe'de bulunmayacak derecede bir din alimi olmasıydı. Babası küçük Turan'ı, yatılı din okullarına, Kur'an kurslarına, ünlü hocalarının yanına eğitim için verdi. Bu hocalardan dini eğitimi alabilmek için Ağrı'dan Muş'a, Adana'ya ve oradan da Türkiye'nin bir çok şehrine, kasabasına ve köyüne gitti. Aldığı dini eğitimi sayesinde Müftülük yaptı, İslam hukukçusu, İslam kelamcısı, hadis bilimcisi, usulü hadisçisi, doğu ve din etnologu oldu. Antropolojiyle de yakından ilgilendi.
BUNLAR ZENGİN İNSAN
Klasik din adamlarından değildi Turan Dursun. İslam'ı inceleyip derinliklerine daldı önce. Sonra diğer dinleri inceledi ve eleştiriler getirmeye başladı. Artık tehlikeli ve karanlık sulara giriyordu. Bu sular onu, İslam'dan ateistliğe kadar sürükleyecekti. Ama bu sürecin daha başlarında kendi camiası tarafından dışlanmaya başlamışı. İlk sürgünü 1962 yılında yaşadı. Sivas müftüsü iken Sinop'a sürülmesinin nedenlerini kendisi şöyle anlatmıştı: "Alışılmadık bir müftü olmuştum. Nedeni şuydu: Ben, Sivaslı sayıyordum kendimi. Sivas camilerine gidip gördükçe bakıyordum rahleler oraya buraya asılmış, çok berbat. Bunlar niye burada duruyor falan diyordum. İmamları abdestlerini tutamayacak kadar yaşlıydı. Daha göreve gelir gelmez, haftasında 15 tane imamın görevine son verdim. Bunlar zengin insanlardı. Bunların çoğunun oğulları yargıç, doktor ve daha başka etkin görevlerdeydi. Tabii, bunlar bana orada sorun çıkardılar. Çirkinlikleri gidermek, camileri park yerine getirmek, Sivas'ın köylerini ağaçlandırmak yoluna gittim. Müftülük lojmanı yapmak yerine, hastane önerdim. O hastane, göğüs hastalıkları hastanesi, ki, şimdi çok güzel bir hastanedir. İmamlardan, beklemedikleri şeyleri isteyince söylenmeye başladılar. Toplu halde sinemaya götürüyordum. Kurs açmıştım. Onlara konferans vermeyi, grup çalışmalarını öğretme yoluna gitmiştim. Milli Eğitim' ile işbirliği yaparak diploma sağlamaya yönelmiştim ki, sıkıcı bulunca söylendiler, 'Bu müftü kafirdir, komünisttir' dediler. Arkasından bir baktım sürgün. En büyük darbeyi ben Halk Partisi'nden yedim. Şaşılası bir şeydir ki, kendim de Halk Partili olarak ileri sürülüyordum. O zaman 'Yeni İstanbul', 'Yeni İstiklal' diye bir takım gazeteler vardı. Oralarda komünistliğim, içkiyi severliğim yazıldı, sabaha kadar içki içmişim ki, ağzıma damlasını koymuyordum. Yani, içkiyle miçkiyle hiç tanışmamıştım"
POLİSTEN ÖNCE...
Ve yıl 1990'lara geldiğinde Dursun artık fanatik İslam örgütleri başta olmak üzere pek çok kesimin boy hedefiydi. Bu arada müftülükten ayrılmış, TRT'de yıllarca programlar yapmış, gazetelerde dergilerde yazmış, kitaplar çıkarmıştı. 4 Eylül günü, Koşuyolu'ndaki evinin hemen yakınlarında, Altunzade Polis karakoluna 150 metre uzaklıkta bir arabadan açılan ateş sonucunda, ertesi gün Berlin'e yapacağı yolculuğun planlarını kurmakta olan Turan Dursun, kanlar içinde yere yığılıyordu. Artık düşünceleri ile kimseyi rahatsız edemeyecekti. Saat 14.30'du. Ne ilginçtir ki, birkaç adım ilerdeki polis karakolunun cinayetten daha haberi olmadan, yarım saat sonra,yani saat 15.00 de, İran resmi Radyo Televizyon kurumu Turan Dursun'un öldürülmesini birinci haber olarak geçiyordu... Peki neden İran televizyonu?
EVİN KİRASI 8 BİN DOLAR
Tarık Dursun cinayeti üzerinde sır perdesi, yaklaşık dört yıl sonra aydınlanıyordu. Olayın baş sorumlusunun kimliği, "neden suikastı hemen hemen anında İran televizyonu tarafından haber yapıldığı" sorusuna da bir açıklık getiriyor: Bu isim İslami Hareket Örgütü liderlerinden İrfan Çağrıcı idi. Bu örgüt Hizbullah'tan besleniyor, sürekli onun Türkiye kolu gibi çalışıyordu. İslami Hareket Örgütü'nde de görev alan Adil Ateş, 24 Mayıs 1993 tarihli ifadesinde İran ile ilgili olarak son derece ilginç bilgiler vermektedir. Ateş, kendisi gibi İran'da eğitim gören Mehmet Kaya tarafından İstanbul'da İran Konsolosu Mir Cafer Enci'nin yanına götürüldüğünü, burada Ahmet Kerimi ile tanıştığını, Kerimi'nin 1988'de 8 bin dolar vererek bir ev tutmasını istediğini aktardı. 1988 Ağustos'unda Maltepe'de bir ev tuttuğunu, Kerimi'nin bu evde kendisini örgütün önemli adlarından birinin de İrfan Çağrıcı olduğunu söylüyordu. İHÖ'nün bir diğer üyesi Tamer Aslan ise Devlet Güvenlik mahkemesinde verdiği ifadede Turan Dursun'un suikastının hazırlanışını ve İrfan Çağrıcı'nın olaydaki rolünü şöyle anlatıyordu: "İrfan Çağrıcı, yazarlık yapan ve yazdığı yazılarda Hz. Peygamber efendimizle kutsal Kuran'ı Kerimi küçük düşüren Turan Dursun'un öldürülmesi gerektiğini söyledi. Bunun üzerine ben ve kod adı Kemal olan kişiyle önce bu konuya itiraz ettik. Çünkü bu şahıs öldürüldüğünde basın bu olayı abartılı olarak halka yansıtacak bundan dolayı da şahsa kötülükten ziyade iyilik yapmış olacağız kanaati benle Kemal'de hakimdi. Biz bu görüşümüzü İrfan Çağrıcı'ya ilettiğimizde bizimle 15 gün görüşmedi. İrfan'ın, tekrar Dursun'un öldürülmesi için ısrarı üzerine ben ve Kemal olayın istihbaratını yapmak üzere görev aldık." Çağrıcı, Turan Dursun'dan yaklaşık bir yıl sonra daha sansasyonal bir cinayete imzasını atacak ve Çetin Emeç'in öldürülmesinde ortaya çıkacaktı. Tutuklandıktan sonra İran rejim muhalifi AGorbani'nin öldürülmesi olaylarının da aralarında bulunduğu birçok eylemden sorumlu bulunacaktı. Çağrıcı ile birlikte Dursun'u öldüren tetikçi Muzaffer Dalmaz ise polisin elinden inanılmaz bir şekilde kaçmıştı. Kendisini durduran polislere sahte kimlik gösterip "Paramı bankadan alıp geliyorum" diyerek soluğu yurt dışında alan tetikçi Muzaffer Dalmaz, belki de teröristler dünyasında tarihe geçecek bir kaçış eylemi gerçekleştirmişti.
TERÖRÜN İRAN UZANTISI VE İTİRAFLAR
İran destekli terör örgütlerinin Türkiye'de nasıl kullanıldığı konusunda iki ifadeden alıntı yapabiliriz. Hizbullah oluşumunun içinde bulunan ve daha sonra İslami Hareket Örgütü'nde de görev alan Adil Ateş, 24 Mayıs 1993 tarihli ifadesinde yer alan bilgiler. Ateş, kendisi gibi İran'da eğitim gören Mehmet Kaya tarafından İstanbul'da İran Konsolosu Mir Cafer Enci'nin yanına götürüldüğünü, burada Ahmet Kerimi ile tanıştığını, Kerimi'nin 1988'de 8 bin dolar vererek bir ev tutmasını istediğini aktardı. O tarihte Maltepe'de bir ev tuttuğunu, Kerimi'nin bu evde kendisini örgütün önemli adlarından İrfan'la tanıştırdığını, Çağrıcı'nın'nın Ataköy'de bir evde Şah yanlısı birinin kaldığını söylemesi üzerine bu ismin istihbaratının yapıldığını ve evine gidildiğini, ancak yakalandıklarını ve Kerimi'nin kaçtığını anlatmıştı. Örgütün önemli bir başka üyesi Mehmet Ali Bilici ise, (Abdullah Yiğit) ifadesinde, Ankara'da, Vanlı Muhsin Arslan adlı arkadaşı aracılığıyla İran Kültür Evi'nde, Davut adlı İranlı ile diyaloğa geçip birkaç arkadaşının İran'da İslam Cumhuriyeti çalışmalarıyla ilgili olarak eğitilip eğitilemeyecekleri konusunda irtibata geçtiğini, Davut adlı şahsın Arslan'a İran'ın bu konuda kendilerine yardımcı olacağını söylediğini açıkladı. İhsan Deniz, Muhsin Arslan ile birlikte İran'a gittiklerini açıkladı. İran'dan örgütleri için askeri ve siyasi yardım talep ettiklerini aktardı. Bu isteğin uygun bulunması üzerine Ekrem Baytap (Çetin Emeç suikastının faili), İrfan Çağrıcı, Mehmet Ali Şeker (Çetin Emeç suikastının keşfini yapan terörist), Mehmet Zeki Yıldırım, Kemal (Nezih Beyret-Bahriye Üçok'a bombalı paketi gönderen terörist) ve diğer uygun görülen kişilerin İran'a gittiklerini, burada askeri ve siyasi eğitim gördüklerini söyledi.