Kendisini "emekli" olarak tanıtan Ergin Örgügören, MHP'nin Beşiktaş İlçe Teşkilatı'na gidip geliyordu. Oradaki gençlere her türlü sıkıntılarında yardımcı oluyor, bazı öğütlerde bulunuyordu. Kendisini "samimi bir ülkücü" olarak tanıttığı için ilişkileri de çevresi de her geçen gün daha da gelişiyordu.
Elinde ilginç dökümanlar vardı. Bunları teksirle çoğaltıyor, tanınmış bazı ülkücü gençlere imza karşılığı veriyordu:
- Bunlar, başkalarının eline geçmemesi gereken çok gizli bilgiler. Okuyup, gerekli notları altıktan sonra geri getirin.
Dağıttığı metnin kapağında Adolf Hitler'in bir sözü yer alıyordu. Hemen altında Benito Mussolini'nin bir sloganına yer veriliyordu.
Bunları sırasıyla Nihal Atsız, Alparslan Türkeş ve Necdet Sancar'ın bazı sözleri takip ediyordu.
Metnin içinde ise, ancak bir istihbarat elemanının elinde bulunabilecek bilgiler sıralanıyordu: "Terör nedir? Teröre nasıl karşı koyulur? Anti terör nasıl yapılır? Bomba hazırlama ve bombalama teknikleri. Adam kaçırma teknikleri. Suikast gerçekleştirilirken dikkat edilecek hususlar. Gizli hücreler nasıl kurulur?
Hücre kurulurken nelere dikkat edilmeli?.."
RAPORU SİGARAYA YAZMIŞ
Olay duyulunca Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Recep Öztürk ile eğitimci Yılma Durak, hemen müdahale ettiler. Önce, her şey normalmiş gibi davranıldı. Örgügören, Beşiktaş'taki Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı'na davet edildi.
Görüşme sırasında Ergin Örgügören son derece rahattı. Komünistlere veryansın ediyor, yaptığı çalışmaların çok doğal olduğunu anlatıyordu:
- Çok araştırıp bu notları tanzim ettim. Bizim gençlerin de bunları öğrenmeleri lazım.
Komünistlerle mücadele için bütün ülkücülere bunları aktarmalıyız.
Anlattıklarından, Recep Öztürk ve Yılma Durak ikna olmamıştı. Yanına sağlam ve güvenilir birkaç ülkücü verilip, evine gönderildi.
Örgügören, eşinden ayrıydı ve çocuğuyla birlikte yaşıyordu. Hemen sorguya alındı ve evi hallaç pamuğu gibi atılmaya başlandı. Örgügören böyle bir muamele ile karşılaşacağını beklememesine rağmen, son ana kadar soğukkanlılığını korudu.
Örgügören konuşmamakta direniyordu. İçeride arama yapılıp sorgusu devam ederken, çocuğu da okuldan alınıp eve getirildi.
Ülkücüler, "Sen bilirsin" dediler:
- Biz de çocuğunla ilgileniriz!
Tehdit etkili oldu.
Örgügören itiraf etmek zorunda kaldı:
- Evet, ben devletin elemanıyım ve MİT adına çalışıyorum. Bakın siz yanlış yapıyorsunuz.
Benimle mücadele edemezsiniz. Başınıza çok büyük işler açacaksınız. Benim ya da çocuğumun kılına zarar gelmesi halinde, sizin bütün sülalenizi yok ederler.
Sorguyla birlikte evdeki arama da tamamlandı. Örgügören'in, dönemin meşhur Yenice sigaralarının kartonlarına olaylar ve failleri ile ilgili geniş bir arşiv hazırladığı ortaya çıktı. Ayrıca, MİT'e gönderdiği raporların kopyaları da ele geçirildi. Hemen Ankara ile temas kuruldu. Ülkü Ocakları Genel Başkanı Selahattin Sarı'ya gelişmeler bütün ayrıntıları ile iletildi. Selahattin Sarı da bütün bilgileri MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş'e iletti. Olay gerçekten çok ciddiydi ve ele geçirilen belgelerin Ankara'ya gönderilmesi istendi.
Evde ele geçirilen evraklar, büyük bir gizlilik içinde çantaya yerleştirildi. Güvenilir bir kuryeye emanet edilerek, Ankara'ya Ülkü Ocakları Genel Merkezi'ne götürmesi istendi. Bu evraklara öylesine önem veriliyordu ki, kurye bile taşıdığı çantada neler olduğunu bilmiyordu.
Kuryenin bindiği otobüs, tam Anadolu yakasına geçmişti ki, devlet görevlileri tarafından durduruldu. İçeri giren sivil giyimli şahıslar kuryenin bulunduğu koltuğun yanına geldiler. Ülkücü gence ismiyle hitap ettiler:
- Ankara'ya gidiyorsun... Ama bu çantayı Ankara'ya götüremeyeceksin; bize teslim edeceksin.
ÇOK AZ KİŞİ BİLİYORDU
Çanta alındı, içindeki evraklar kontrol edildi ve kuryeye "şimdi gidebilirsin" denildi. Kurye de birkaç kilometre gittikten sonra otobüsten inip, telefonla durumu bildirdi.
Oysa, bu operasyon çok gizli tutulmuştu.
Örgügören Olayı'nı MHP ve Ülkücü Kuruluşlar içinde üst seviyede çok az kişi biliyordu.
Evrakların da gizlilik içinde Ankara'ya doğru yola çıkarıldığı sanılıyordu. Oysa, otobüsü durduranlar kuryeye ismiyle hitap edip, evrakları da elleriyle koymuş gibi bulmuşlardı.
Bu olay, bir takım gizli servislerin MHP ve Ülkücü Kuruluşların en kritik noktalarına kadar sızdığını gösteriyordu.
Gelişmeleri öğrenen Alparslan Türkeş, son derece sinirlendi. 6 Temmuz 1979'da İstanbul'a giderek bir basın toplantısı düzenledi. Olaydan dönemin başbakanını sorumlu tutup, Bülent Ecevit'e alabildiğine yüklendi:
- Ecevit, içimizdeki kışkırtıcı ajanlarını derhal geri çekmelidir. Bu hükümet, rejime ihanet görevini yüklenmişse, bunun da hesabını verecektir...
Türkeş'e cevap veren Ecevit de muğlak ifadelerle konuyu geçiştirmeye çalıştı.
Aradan 1,5 yıl geçtikten sonra 12 Eylül 1980'de darbe yapıldı.
Ergin Örgügören, bu defa da MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası'nın iddianamesinde "sanık" sıfatı ile ortaya çıktı. Aradan kısa bir süre geçince "tanık" oldu. Daha sonra da hakkında hiçbir takibat yapılmadı. Belli ki bir takım güçler devreye girmişti.
12 Eylül 1980 öncesi, devletin gizli servisleri pek çok siyasi partinin içine sızmıştı. Hatta, sağda ve solda bazı grupların yönetim kademelerini bile ele geçirmişlerdi. Kimin kimi yönettiği, hangi olayın gerçek failinin kimler olduğu belli değildi!
KATLİAMI YAZICIOĞLU ÖNLEDİ
Başkent Ankara alabildiğine karışıktı. Ülkücüler adına bazı eylemler yapılıyor, ancak ülkücülerin bundan haberi olmuyordu. Faillerin ülkücü olduğu söyleniyor, ancak onlar da failleri bilmiyordu.
O günlerde Ülkü Ocakları Genel Merkezi'ne bir bilgi ulaştı:
- Cebeci Stadı'nın yanındaki Başkent Akademi'ye toplu olarak giden solcu öğrencilerin üzerine Cebeci Köprüsü'nden geçerlerken bomba atılacak. O dönemde Başkent Akademi'nin ülkücüler için büyük önemi vardı. Abdullah Çatlı, Vahit Kayrıcı, Sami Uzun, Hayrettin Özdemir gibi Ülkücü Hareket'in önde gelen isimleri bu okulun öğrencileriydi. Devlet Bahçeli de Akademi'de "öğretim üyesi" olarak görev yapıyordu.
Ülkü Ocakları, böyle bir eylemin düzenlenmesini istemiyordu. Genel Başkan Muhsin Yazıcıoğlu hemen harekete geçti. Cebeci'deki bütün yurtlarda kalan ülkücüler sorguya çekildi. Bütün dernekler araştırıldı.
Sonuçta, ülkücülerin böyle bir eylem planlamadıkları ortaya çıktı. Bombalı saldırıyı ülkücüler yapmayacaktı.
Bu araştırmaların ardından aynı merkezden farklı bir bilgi geldi:
- Eylem ertelendi.
Bu defa o kaynak sorguya alındı. Eyleme girişecek kişilerin adresi ortaya çıktı. Eylemin ülkücülerle hiçbir ilişkisi yoktu.
Saldırıyı gerçekleştirecek olanlar ise. deşifre oldukları için eylemi ertelemişlerdi.
Muhsin Yazıcıoğlu'nun yaptığı bu araştırma, solcu öğrencilere yaradı.
Üzerlerine yağacak bombalardan ülkücüler sayesinde kurtulmuşlardı!
Ülkü Ocakları, o günlerde Maltepe'deki Albayrak Kıraathanesi önünde meydana gelen kanlı saldırıyı, Sosyalist Parti ve Yükseliş'teki büyük bombalama olaylarını da bir türlü çözemedi.
Bütün araştırmalara rağmen failleri bulunamadı. 12 Eylül Darbesi de bu eylemlerin faillerini ortaya çıkaramadı. 12 Eylül'le birlikte ülkücülerin karıştığı bütün eylemler aydınlanmasına rağmen, bu üç olay muamma olarak ortada duruyor.
Failleri ülkücü değildi. Peki bu kanlı saldırıları kimler gerçekleştirdi?
ÜLKÜ OCAKLARI'NA SIZAN MİT ELEMANI
1979 Yılı'nda istihbarat örgütleri ile yakın ilişki içinde olan Şefik Kantar da Ülkü Ocakları Genel Merkezi'ne kadar sızmıştı. Üstelik, Genel Başkan Muhsin Yazıcıoğlu'nun çok yakınında bulunuyordu.
Şefik Kantar, Hasret Dergisi'ni çıkarıyor, Genel Merkez'de çalışıyor, ülkücü şehitlerin cenaze törenlerinde gençlere yemin ettiriyordu. Düzgün fiziği ve tok sesi yüzünden Genel Merkez tarafından bu iş için özel seçilmişti. Teşkilat içinde önemli bir yere sahipti ve Türkiye'deki bütün ülkücüler kendisini tanıyordu.
Kantar, Konya Yurdu'nda kalıyor, zaman zaman gençleri tahrik eden konuşmalar yapıyordu. Şefik Kantar'ı bir tek altıncı hissi son derece kuvvetli olar Cemal Bölücek sevmiyordu.
Bölücek, Yazıcıoğlu'na sürekli olarak "Şefik nasıl biri?" diye soruyor, "İyidir" cevabını alınca, "Sen iyi diyorsan öyledir" diyordu. Başkaca bir açıklama da yapmıyordu.
Yazıcıoğlu'nun içine kurt düşmüştü! Acaba Bölücek, Şefik Kantar'a niçin böylesine takmıştı!
Şefik Kantar'ın izlenmesi görevi Şefkat Çetin'e verildi. Hakkındaki kuşkular artınca da Konya Yurdu'nun bodrumunda sorguya alındı. Üst araması yapılır yapılmaz, hakkındaki şüpheler gerçeğe dönüştü. Üzerinden Millet Gazetesi'nin kimlik kartının dışında Çayan çizgisindeki Dev Genç ve Doğu Perinçek çizgisindeki Halkın Sesi'nin kimlikleri de çıktı. Kantar da direnmeden durumu kabul etti.
Dönemin Ülkücü Gençlik Derneği Genel Başkanı Hasan Çağlayan, "MİT'in Şefik Kantar vasıtası ile Ülkücü Hareket'e sızmaya çalıştığını" ilan etti.
Muhsin Yazıcıoğlu, aradan yıllar geçtikten sonra 1991 Yılı'nda Almanya'da Türklerin düzenlediği bir protesto yürüyüşüne katıldı. Gurbetçilerle birlikte yürürken, boynunda asılı fotoğraf makinesi ile doyaşan Şefik Kantar ile karşılaştı:
- Nasılsın Şefik, hayrola?
- İyiyim, gayet iyiyim. Ne yapayım, Almanya'da yaşıyorum. Görevime de devam ediyorum.
Belli ki, yurt içinde deşifre olan Şefik Kantar, Almanya'ya gönderilmiş ve "istihbaratçı" kimliği ile orada çalışmaya başlamıştı!
"AÇILIM DİYEN HERKES TEK TEK ÖLDÜRÜLDÜ" HABERİ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN!
"İSA VE MUSTAFA'YI MUHSİN YAZICIOĞLU KAÇIRDI" HABERİ İÇİN TIKLAYIN!
"ASKERLER COPLARKEN HIÇKIRARAK AĞLIYORDU" HABERİ İÇİN TIKLAYIN
"ERKEKLİĞİNDEN OLDUN, AMA SENİ ZEVKTEN MAHRUK ETMEYECEĞİZ" HABERİ İÇİN TIKLAYIN!
"ÜLKÜCÜ VE SOLCU GENÇLER BİLE BİRBİRİNE GİRDİ" HABERİ İÇİN TIKLAYIN!