Gazeteci Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993'te Ankara'da bulunan evinin önündeki otomobiline yerleştirilen bombanın patlatılması sonucu korkunç bir şekilde yaşamını yitirmişti. 29 yıl geçmesine rağmen vahşi suikastin sır perdesi aralanamadı.
O dönem devletin ve ana akım medyanın içerisinde bulunan hakim vesayet suçlu olarak İran'ı hedef gösterse de Uğur Mumcu'nun ağabeyi Ceyhan Mumcu, Mossad, CIA ve NATO'yu işaret etmişti.
"ORTA DOĞU, EMPERYALİZMİN KOL GEZDİĞİ..."
27 Eylül 1992'de Cumhuriyet gazetesinde kaleme aldığı "Dipsiz Kuyu" başlıklı yazısında, "Orta Doğu, emperyalizmin kol gezdiği, terör örgütleri ile çeşitli istihbarat örgütlerinin kanlı ve kirli oyunlar oynadığı karanlık dipsiz bir kuyudur. Bu karanlık ve dipsiz kuyuda cinayetler birbirini izler. Halk deyişi ile Orta Doğu'da 'kimin eli kimin cebindedir' bilinmez. Kim, kimi, neden öldürüyor? Bu soruların yanıtlarını anında bulmanın olanağı yoktur. Olaylar yıllar sonra aydınlanır. O da bir kısmı!" ifadelerini kullanmıştı.
Türkiye'de medya üzerinden psikoloijk harp yürüten muhalif görünümlü bazı gazetecileri değerlendiren Sabah Gazetesi yazarı Mahmut Övür önemli tespitlerde bulundu.
Sabah yazarı Mahmut Övür'ün bugünkü, "Uğur Mumcu ve gayri nizami harbin yeni aktörleri" başlıklı yazısı şöyle:
"Fazla örneğe gerek yok, bir Uğur Mumcu'ya, bir Ahmet Taner Kışlalı'ya bakın, bir de bugün Atatürk adına siyaset yapan Kemal Kılıçdaroğlu'na, Sedef Kabaş'a ya da Ayşenur Arslan'a...
Siyaset ve medyada irtifa kaybının, sığlaşmanın ne olduğunu görürsünüz. İlke ve ölçü kalmadığı gibi ortada büyük bir fikir tartışması da yok. Aylardır, hatta yıllardır sadece ve sadece yalan haberleri, iftiraları, hakaretleri ya da halkı aşağılayan, darbeleri çağrıştıran söylemleri tartışıyoruz.
Kılıçdaroğlu'nun toplum kesimlerine hakaret etmesi, Lütfü Türkkan'ın şehit yakınına küfrü, Özgür Özel'in İslam'ı düşmanlaştıran çıkışı sadece son birkaç örnek...
Başta solcu CHP ve milliyetçi İP olmak üzere bütün muhalefet partilerinin bir ortak noktaları daha var: FETÖ ve HDP-PKK hattına sahip çıkmak, AK Parti ve Başkan Erdoğan'ı düşmanlaştırmak.
Bu açıdan muhalefet cephesinde derin bir körleşme yaşanıyor.
İşin arkasında ABD varmış, FETÖ ve PKK'ya destek veriyormuş, AB ülkeleri de onlara alan açmış, hiç umurlarında değil.
Tek dertleri, Başkan Erdoğan... Dert bu olunca, Sedef Kabaş gibi bir müptezelin edepsiz saldırısına CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun, İP Genel Başkanı Meral Akşener'in destek verip makulleştirmeleri hiç şaşırtmıyor.
Onların bu tavrı, doğal olarak Kabaş gibileri pervasızlaştırıyor. Onlar da bunu siyaset sanıyor.
Şimdi gelin böyle bir siyasi zeminde rahmetli Uğur Mumcu'yu ya da Ahmet Taner Kışlalı'yı aramayın. Doğrusu fikirlerine katılmasak da hem onları arıyor hem de saygıyla anıyoruz. Arıyor ve anıyoruz; çünkü bugün siyaseti ve medyayı FETÖ'ye endeksli hale getiren siyasetçiler ve medya aktörleri, onlara sahip çıkarken aslında onları kimlerin katlettiği gerçeğini de gölgeliyor.
Mesela hiçbiri Uğur Mumcu'yu katleden gerçek gücü dert etmiş değil. ABD veya ABD eksenli bir istihbarat örgütü gerçeği üzerinde durmuyorlar bile. Sadece kendilerine sunulan düşmanla uğraşıyorlar.
Bunu da en çarpıcı biçimde Mumcu'nun kardeşi Ceyhan Mumcu yıllardır anlatıyor. Ceyhan Mumcu, önceki akşam da A Haber'de Canan Barlas'ın programındaydı ve Mumcu cinayetiyle ilgili ilginç tespitler yaptı. İlki İran'la ilgiliydi:
"Cinayetten hemen sonra daha olayın arkasında kim olduğunu kimse bilmezken, ressam Bedri Baykam bir grup insanı toplayarak İran'ın İstanbul Konsolosluğu'na gidip protesto etti. Camlar falan kırıldı. İran'ı kim adres göstermişti? Uğur Mumcu'yu İran'ın öldürdüğü iddiası o günden beri ısrarla sürdürülen bir yanlış. Mumcu'nun İran'a yönelik bir eleştirisi dahi yoktu. Uğur Mumcu, son dönemlerinde MOSSAD'ın PKK'ya para yardımı yaptığına dair önemli belgelere ulaşmıştı, onları yayımlayacaktı. Sağ-sol çatışmalarında kullanılan silahların NATO menşeli olduklarını tespit etmişti. CIA hem kendisiyle uğraşan Uğur Mumcu'dan kurtuldu hem de Türkiye-İran arasında gerginlik yarattı."
İkinci olarak da ilk kez duydum, 2001'de Umut Operasyonu sonrası açılan Mumcu davasıyla ilgiliydi:
Ceyhan Mumcu şöyle diyordu:
"O davaların bozulmasını ve uzamasını sağlayan da dönemin Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu'nun ekibiydi."
O cinayetlerin..."
Mumcu suikastinde faillere giden ipuçlarını açıklayan Milliyet yazarı Zafer Şahin'in "Yeşil'i Mumcu'nun evine kim yolladı?" başlıklı yazısı şöyle:
"Üzerinden tam 29 yıl geçse de suikastın üzerindeki sır perdesi bir türlü aralanamadı.
Birileri failler ortaya çıkmasın diye kalın bir duvar ördü. Namus sözü verenler dâhil kimse o duvardan bir tuğla dahi çekmeye cesaret edemedi. Çünkü herkes o duvar çökerse altında kalacağını biliyordu.
Dönemin DGM Başsavcısı Ülkü Coşkun "Devlet isterse bu işi çözer" diyor ama kendisi de dâhil kimse harekete geçmiyordu!
Peki, Ankara'da herkesin bildiği ama bilmezden geldiği failler kimdi? Cevap ayrıntılarda gizli.
Uğur Mumcu, ölümünden önceki 1 yılda tam 330 köşe yazısı yazdı. 2 Şubat 1992-24 Ocak 1993 tarihleri arasında yayımlanan bu yazıların 158'i PKK ve Kürt sorunuyla ilgiliydi. Bu zaman diliminde üzerinde en çok durduğu konu ise 117 yazıyla ABD'nin Türkiye ve Ortadoğu'daki faaliyetleri oldu. 1992 yılının son günlerinde ağabeyi Ceyhan Mumcu'ya yakında çıkacak kitabında PKK içindeki ajanların listesini yayımlayacağını söyledi.
Mumcu yaklaşık bir 1 yıl boyunca Kürt sorunu ve PKK'nın dış bağlantılarına yoğunlaşmıştı. Türkiye'de yükselen terör olayları ve yakın tarihte gerçekleşen Kürt isyanlarının karmaşık arka planlarına dair çok özel bilgilere ulaşmıştı.
1992 yılının yaz aylarında PKK'nın yayın organı Özgür Gündem'de Yaşar Kaya imzasıyla bir makale yayımlandı. Makalenin konusu doğrudan Uğur Mumcu'ydu! Türkiye'deki Kürtlerin 1925'ten beri inkâr edildiğini savunan Kaya "Uğur Mumcu'nun Kürtlerden istediği bir şey var mı? Herkes maskesini çıkarsın. Yoksa yüzlerindeki maskeyi biz yırtacağız. Biz yırtmasak bile Kürt halkının dinamiği yırtacak" diyordu.
Mumcu yazıyı okuduktan sonra eşine "Güldal bunlar beni öldürecek" dedi. Eşinin "Nereden çıkarıyorsun bunu?" sorusuna verdiği cevap ilginçti. "Halkın dinamiği yırtacaktır" sözünden. Bundan daha açık söyleyemezlerdi…
Mumcu'nun PKK'nın radarına girme sebebi örgütün CIA, MOSSAD gibi yabancı istihbarat kuruluşları ve derin devletin farklı kanatlarıyla kurduğu tuhaf bağları tespit etmesiydi aslında. Kendisi de bir suikasta kurban giden ünlü MİT'çi Hiram Abas, karşılaştıkları bir davette Mumcu'ya "Öldürülmekten korkmuyor musunuz?" diye sormuştu.
Suikasttan sadece 15 gün önce, 11 Ocak 1993'te aynı soru Mumcu'ya bir kez daha soruldu. Soruyu soran bu kez dönemin İsrail Büyükelçisi'ydi. Birileri öldürülmeden önce üstü kapalı olarak Mumcu'yu tam üç kez uyarmıştı.
Karanlık güçlerin Mumcu ilgisi ölümünden sonra da devam etti. Suikasttan 1 ay sonra Mumcu ailesinin yaşadığı eve Ozan adında bir genç geldi. Kapıdaki korumayı nasıl olduysa atlatıp Ceyhan Mumcu ile görüştü. Uğur Mumcu'nun PKK'nın istihbarat kuruluşlarıyla ilişkisini ortaya çıkardığı için öldürüldüğünü, Güldal Mumcu'yu da öldüreceklerini ancak vicdan azabı çektiği için görevini yerine getiremediğini söyledi.
Ailenin ilginç ziyaretçileri bununla da sınırlı kalmadı. Bir gün kapıyı kontrgerillanın meşhur elemanı 'Yeşil' kod adlı Mahmut Yıldırım çaldı. Bir bayram günü yanına aldığı iki çocukla çat kapı aileyi ziyaret etti!
Güldal Mumcu'ya "Ben adam öldürdüm, biliyor musunuz?" dedi. Yeşil'i eve yollayanların amacı belliydi. Ailenin olayın üzerine gitmesini engellemek, gözdağı vermek ve dikkatleri başka bir yere çekmek istiyorlardı.
DGM Başsavcısı boşuna "Devlet isterse suikastı çözer" dememişti. Her şey gün gibi ortadaydı. Failler de meçhul falan değildi. Mumcu, yabancı istihbarat örgütleriyle irtibatlı, derin devlet içinde yuvalanmış bir çete tarafından susturulmuştu.
Yönetilemeyen Türkiye
1993 yılının 24 Ocak günü Uğur Mumcu…
5 Şubat'ta Adnan Kahveci…
17 Şubat'ta Eşref Bitlis…
17 Nisan'da Turgut Özal… Şüpheli bir şekilde hayatlarını kaybettiler.
2 Temmuz Sivas, 5 Temmuz Başbağlar katliamları… Düzce-Adapazarı-Hendek üçgenindeki yargısız infazlar… Devlete çöken mafya, terör, siyasi ve ekonomik krizler…
1993 yılının ocak-temmuz dönemini Türkiye işte böyle geçirdi. 90'ların tamamı da bu altı aydan farksızdı.
İktidarda DYP-SHP koalisyonu vardı. Bugün bu iki partinin devamı olan CHP ve İyi Parti aynı koalisyonu yeniden kurmak için ittifak yapıyor. Kılıçdaroğlu-Akşener ikilisi akşamdan sabaha Türkiye'nin yönetilemediğini iddia ediyor!
Birinin üst düzey bürokrat, diğerinin milletvekili ve bakan olarak boy gösterdiği 90'ları bilmesek kendilerine inanacağız. Ama işin aslı öyle değil. Türkiye'nin faili meçhullerden, yargısız infazlardan kurtulması o çok eleştirdikleri Recep Tayyip Erdoğan döneminde mümkün oldu.
"Türkiye yönetilemiyor" diyenlerin kendilerine bile itiraf edemedikleri yalın ve saf gerçek bu."