Kur'ân-ı Kerîm'de Sevgili Peygamberimiz'e hitaben şöyle buyrulur: "Allah'ın rahmetinden dolayı sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz senin etrafından dağılıp giderlerdi" (Âl-i İmrân 3/159). Bir başka ayette ise şöyle buyurulur: "(Elbette) iyilikle kötülük bir değildir. O halde sen kötülüğü en güzel biçimde sav. Sonra (görürsün ki) seninle kendisi arasında düşmanlık olan kimse, yakın bir dostun oluvermiştir" (Fussilet 41/34). Sevgili Peygamberimiz insanların en nazik, en zarif ve en ince ruhlusu idi. Çevresindeki insanlara sadece ibadet ilkelerini değil, hayatı güzelleştiren görgü kurallarını da öğretiyor ve onlara örnek oluyordu. Hz. Enes, Peygamberimiz'in eşsiz nezaketini şöyle anlatıyor: "Karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm verirdi. Kendisine bir şey soranı can kulağı ile dinler, soruyu soran kişi yanından ayrılmadıkça, onu terk etmezdi. Ashabıyla tokalaşmaya önce kendisi başlardı. Karşısındaki kişi elini çekmeden Resûlullah elini çekmezdi. Birisiyle yüz yüze gelince de, karşısındaki, yüzünü çevirip ayrılmadıkça o kimseden yüzünü çevirmezdi. Önüne oturan kimseye doğru hiçbir zaman ayaklarını uzatmazdı. Kendisini ziyarete gelenlere ikramda bulunurdu. Kimsenin sözünü kesmezdi. Konuşmasını yarıda bırakmazdı. Konuştuğu kişi sözünü bitirmeden yahut gitmek üzere ayağa kalkmadan sohbetine devam etmezdi. Ben ona senelerce hizmet ettim. Bir kez olsun yaptığım bir şey için, niçin yaptın? Yapmadığım bir iş için, niçin yapmadın, dediğini hatırlamıyorum" (Müslim, Fezâil, 13; İbn Mâce, Edeb 21). Kur'ân bize, nezaket ve zarafet dersi verir; yürümenin, bakmanın, hatta konuşurken kullanılacak ses tonunun nasıl olması gerektiğini öğretir: "Konuşurken sesini ayarla, bağırarak konuşma! Unutma ki seslerin en çirkini, avazı çıktığınca bağıran eşeklerin sesidir" (Lokman 31/19). Yürüyüşte de nezakete vurgu yapmaktadır: "Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabilirsin" (el-İsrâ 17/17). ÖZÜR DİLEMEK
Nezaket kurallarından biri de, yapılan iyiliğe teşekkür etmektir. Dinimiz, verdiği nimetlerden dolayı Allah'a hamd etmeyi emrettiği gibi, insanların yaptığı iyiliklere karşı teşekkür etmeyi de emreder. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kendisine bir iyilik yapılan kimse, "Allâh seni daha hayırlısıyla mükâfatlandırsın!" diye dua ederse, ona en güzel şekilde teşekkür etmiş olur (Tirmizî, Birr 87). Basit ve önemsiz görülen, ama insanın medeni ve sosyal hayattaki konumunu gösteren özelliklerden biri de özür dilemesini bilmektir. Medeni bir insan olan mümin, statüsü, makamı, konumu ne olursa olsun, gerektiğinde özür diler. Çünkü özür dilemek insanı küçültmez, aksine yüceltir. İslâm ahlakıyla bezenmiş, zarif, nazik ve teşekkür etmesini bilen mümin, aynı zamanda bir hata işlediğinde, birini kırdığında veya incittiğinde özür dilemesini de bilir.
Küçükken kaba ve çirkin sözlere alışan çocuklar, büyüdüklerinde bu alışkanlıklarını sürdürürler. Böylece toplumda birbirini sevmeyen, kaba ve kötü huylu insanların sayısı çoğalır. Komşular arasında da nezaket kuralları kalmazsa mahalle ve sokaklarımızda da huzur kalmaz. Bunun sonucu olarak da rahat ve huzur içinde yaşamak zorlaşır. Bir insan ne kadar bilgili veya zengin olursa olsun, nezaket ve zarafetten yoksun ise bu üstünlükleri gölgede kalır. Bilgi ve varlık arttıkça nezaketin de artması, insanın değerini yükseltir. Nazik insan davet edilmediği yere gitmez, davet olunduğu yere de gitmemezlik etmez. İma ile veya doğrudan kendinden bahsetmez, yapıp ettiklerini uluorta herkese söylemez. VEFAKARDIR
Verdiği sadakayı, yaptığı iyiliği göstermez, gösterilmesinden mahcup olur. Çok iyi bilmediği hususlarda susar, bilse de mecburiyet yoksa öne atılmaz. Büyüklerine hürmetkâr, akranları ile iyi geçimli, küçüklere şefkatlidir. Üstü daima temiz ve muntazamdır. Güler yüzlü ve misafirperverdir. Yanına gelen ondan memnun ayrılır. Fakir olsa da kıskanç değildir. Çok vefakârdır. Ailesini, akrabasını sever, onların sıhhat ve afiyetlerine önem verir. Din, devlet ve ailevî vazifelerinde asla lakayt davranmaz. Diğer insanların menfaati için, zorluklara katlanarak bile olsa, hizmetini esirgemez. Kusurları araştırmaz, aksine örter, kendini hatalı görür. GÖSTERİŞLİ DAVRANIŞIN KARŞILIĞI YOKTUR
Peygamber Efendimizin, "Sen bendensin, ben de senden!" diyerek övdüğü sahabi Ebu Ümame el-Bahili'nin anlattığına göre, bir adam Peygamberimize gelerek, "Şöhret ve kazanç (ganimet) elde etmek için savaşan kimse hakkında ne dersin?" diye sordu. Resülullah (sav), "Onun için hiçbir şey yoktur." dedi. Adam sorusunu üç defa tekrarladı. Allah Resulü de her defasında, "Onun için hiçbir şey yoktur." diyerek böyle bir kişinin mükafat elde edemeyeceğini belirtti ve ardından şöyle buyurdu: "Allah, ancak samimiyetle sadece kendisi için ve rızası gözetilerek yapılan davranışı kabul eder." (Nesai, Cihad, 24).
ALLAH, O'ndan başka tanrı yoktur; diridir, her şeyin varlığı O'na bağlı ve dayalıdır. Ne uykusu gelir ne de uyur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun izni olmadıkça katında hiçbir kimse şefaat edemez. Onların önlerinde ve arkalarında olanları O bilir. O'nun ilminden hiçbir şeyi -dilediği müstesna- kimse bilgisi içine sığdıramaz. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine almıştır. Onları korumak kendisine zor gelmez. O yücedir, mutlak büyüktür. (el-Bakara 2/255) ORUÇ FİDYESİ NEDİR? KİMLERE VE NASIL ÖDENİR?
Fidye, oruç ibadetinin yerine getirilememesi sebebiyle ödenen maddi karşılıktır. Buna göre ihtiyarlık ve şifa ümidi olmayan bir hastalık sebebiyle oruç tutamayan kimse, her gününe karşılık bir fidye öder. Bu kişiler daha sonra oruç tutabilecek duruma gelirlerse, fidyelerini vermiş bile olsalar tutamadıkları oruçları kaza ederler. Önceden verdikleri fidyeler bağış/sadaka sayılır. Bir fidye, bir kişiyi bir gün doyuracak yiyecek miktarı veya bunun ücretidir. Bu da "sadaka-i fıtır" ile aynı miktarı ifade eder. Bu, fidyenin asgari ölçüsüdür. İmkânı olanların daha fazla vermesi daha iyidir. Fidye Ramazan'ın başlangıcında verilebileceği gibi, Ramazan'ın içinde veya sonunda da verilebilir. Fidyelerin tamamı bir fakire topluca verilebileceği gibi, ayrı ayrı fakirlere de verilebilir. Bu durumda olan kimseler, fidye vermeye güçleri yetmiyorsa Allah'tan bağışlanmalarını isterler. Oruç fidyesi, tıpkı fıtır sadakasında olduğu gibi onları verecek kişinin bakmakla yükümlü olmadığı yoksul Müslümanlara verilir. Bu sebeple bir kimse fidyesini kendi üst soy ve alt soyuna veremez. Bunların dışındaki kardeş, teyze, dayı, amca, hala ve onların çocukları, gelin, damat, kayınpeder ve kayınvalide gibi akrabalar zengin değillerse kendilerine zekât, fitre ve fidye verilebilir. BİR DUA
"Allahım! Ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten, fayda vermeyen bilgiden ve kabul olunmayacak duadan sana sığınırım" (Tirmizî, "Da'avât", 69).
"Kendisine bir iyilik yapılan kimse, iyiliği yapana, 'Allah seni hayırla mükafatlandırsın!' derse, en güzel övgüde bulunmuş olur" (Tirmizi, Birr, 88).
PROF. DR. ALİ KÖSE