Bir sokak satıcısından dört poğaça aldım.
Gittim, deniz kenarındaki banklardan birine oturdum. "Çay ister misiniz?" dedi bir ses, "İsterim" dedim.
Poğaçanın birini yerken, diğerlerini martılara attım.
Onların çığlıklarında biraz hüzün buldum, biraz coşku.
Poğaçaları yedikten sonra teşekkür ettiler, ya da ben öyle sandım.
Bir şarkı gibi dinledim onları, dalgalarla birlikte.
Vapurlar geçti önümden. Eskiden isimlerine bakardım, sanki bir anlam taşırdı bende.
Belki çocukluğumun izlerini taşıdığı için.
Çocukluğumun şarkıları da o yüzden bende çok önemli.
Babamdan kalan taş plaklar vardı da, onlar da martılar gibi ağlardı sanki.
Taş merdivenlerde biriktirdiğim hüzünler gibi.
Yürüdüğümüz yolları belirleyen, çocukluğumuzun çizgileri değil mi zaten?
Kahvaltı faslından sonra yürümeye başladım.
İnsanların yüzünden düşen bin parçaydı.
Onların hayatına bir fısıltı göndermeyi ne çok istedim.
Güneşe doğru zıplayın. Ona dokunamasanız bile en azından ayaklarınız yerden kesilir diye haykırmak istedim ama olmadı.
Martıların cesareti bende olmadığı için belki.
Düşündüm de... Bu kadar hırs yapmanın ve daha çok kazanmak için hayatı karartmanın alemi yok. İnsanları üzmenin de kimseye bir yararı yok.
Varsın işler istediğiniz gibi yürümesin.
Aldırmayın, yarın başka doğar güneş.
Hiç ummadık anda, başka düşler çalar kapınızı.
O yüzden bu kadar ciddiye almayın hayatı.
Hayat hiçbirimizi ciddiye almıyor çünkü.
Bu yalancı hayat.