Bir: Musul, Kerkük, Batum misak-ı milli sınırları içinde midir? Değilse, niçin dışında kalmıştır? Dışında tutanlar kimlerdir?
İki: Kıbrıs, misak-ı milli sınırları dışında olmasına karşın, niçin "yavru vatan" sayılmaktadır? KKTC'yi "dost ülke" Pakistan, "kardeş ülkelerimiz" Azerbaycan, Bosna-Hersek Cumhuriyeti dahil tek bir ülke dahi niçin tanımamaktadır?
Evet Türkiye'de muhakeme yeteneği sığ, zekası kıt, karakteri hırt insanların veremediği ya da vermek istemediği cevaplardan önemli iki tanesi budur..
Kendi imal ettiği ama demokratik dünyanın kullanıma bile sokmadığı "vatanperverölçer" isimli aygıtla bu toplumun değerler manzumesini, gelecek tasavvurunu yerle bir edip bu toplumu otarşik bir yapıda tutmakla elde edilmek istenen nedir?
Özellikle son iki üç yıldır psikolojik harp harekatının tüm manivelalarını pervasızca kullanarak mı çocuk ölümleri oranını asgari seviyeye çekeceğiz?
Demokratik mekanizmanın dişlilerine yağ dökmek yerine talaş serperek mi motorun su kaynatmasını engelleyeceğiz?
Bu devleti, sahibinin deyişiyle "devlet gazetesi" olan yani milleti es geçen bir gazete mi yönetecektir?
Aslında lafı eveleyip gevelemeden direkt söyleyelim: Bu memleketi yönetecek olan, son dönemlerde takdir edilecek davranışlar sergileyen Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ mudur?
Kalkıp "Askerin sivil yargıda yargılanması için askere danıştınız mı?" demenin akli bir tarafı var mıdır?
Bu, şuna benziyor: Örneğin, Başbakan Tayyip Erdoğan Yozgat'a mitinge gittiğinde diyelim ki şimşek çaktı yağmur yağdı ve Başbakan sırılsıklam oldu..
Böyle bir durumda Meteoroloji Genel Müdürü çıkıp "Bana niye danışmadınız; karayeli, keşişlemeyi, poyrazı benden daha iyi mi biliyorsunuz" gibi sudan bahanelerle hava atıp konuşabilir mi?
"Ben askerin başıyım.." demek, başına buyruk konuşmanın mazereti midir?
Fikret Bila'ya demeç veren "güvenilir askeri kaynak", bu beyanda bulunmadan önce örneğin İstanbul İl Alay Komutanı'na acaba danışıyor mu?
Genelkurmay Başkanı'nın askerin başı olduğunu bilmek için "genç subay" olmaya muhakkak ki gerek yoktur..
Ama Başbakan da, o askerler dahil, onların anasının, babasının, eşinin, çocuklarının, kaynanasının, kaynatasının, baldızının, kayınçosunun sorumluluğunu sırtında taşımıyor mu?
Endişem odur ki, Başbakan Erdoğan diyelim ki cumhurbaşkanlığına adaylığını koydu; bu durumda da birileri çıkıp "Adaylığınızı TSK'ya niye danışmadınız, genelkurmay başkanı 600 bin askerin başıdır" derse ne olacak?
Böyle bir durumda tahmin ediyorum ki Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün de "beyanname vermek" suretiyle, "Ben de 100 bin tüccarın başıyım, bana niye danışmadın?" diyecektir!
Evet, ciddiye alınacak kadar gayriciddi bir durumla karşı karşıyayız; ciddiyetle ifade etmek istiyorum ki iş ciddi olsaydı bu işi ciddiye almayacaktım..
Demokrasinin "her daim kazananlar" tarafından değil, "kaybetmeyi göze almış olanlar" tarafından filizlenebileceği ne yazık ki görülmüyor..
Böyle olduğu içindir ki Türk demokrasi tarihinin, rüzgara karşı tükürenlerle rüzgarı arkasına alıp tükürenler arasındaki mücadeleden ibaret olduğunu yazanların dili kurutulup dimağı örselendi.
Aslında asıl mesele, halkı "zurna" bile değil zurnanın son deliği olarak görenlerin karakter zaafından başka bir şey değildir.
Ve bu kişilerin alamet-i farikası, tipik bir "org" oluşudur. Daha doğrusu, Tahtakale'de satılan ve "çıstak çıstak" diye çalınan garip bir müzik türünün otomatik olarak kaydedilmiş olduğu "org"..
Öyle ki bu orgdaki "düğmeye bir bastınız mı" hep aynı beste çalmakta ve Mutlu Düğün Salonu'nun pistinde şekilden şekle giren damat ve gelin yakını gençlerin oynak hareketlerine benzemektedir.
Evet, bu yazının "aranjesi" bana ait olup, "müzüğü" kollektiftir..
Sözleri ise "Sınırlı Sorumlu 'Kaşıyıcılar' Birliği" nin tüm üyeleri olup, bir nevi anonimdir!