50+1 alternatifle
CUMHURBAŞKANLIĞI Hükümet Sistemi'ne geçildiğinde beri siyasette 50+1'in önemi tekrarlanıp duruyor.
Cumhurbaşkanı seçilecek kişinin bir siyasi bloğa hapsolup kalamayacağı, toplumun tümünü kuşatması gerektiği ancak böyle yüzde 50+1 oy alacağı söyleniyor. Ancak bunun nasıl mümkün olacağı tartışma konusu. Cumhurbaşkanı olmak isteyen siyasi ve ideolojik geçmişini terk mi edecek?
Örneğin Kemalist bir siyasetçiyi düşünün.
Toplumdan alabileceği destek malum.
Kemalist ideolojinin doğmalarını, pozitivist dünya görüşünü, Bulgar bir aydınlanmacılığı, kozmetik bir Batıcılığı, baskıcı laikçiliği önererek toplumun yarısından fazlasının siyasi desteğini alması mümkün değil!
Bugün marjinal düşüncelerle gelinecek yer belli. CHP ise yıllardır o yerde sayıyor...
Seçenekler belli; ya takiyyecilik yapmak gerekiyor ya da ucuz popülizm.
Takiyyecilikte, siyasetçinin gerçek görüşünü gizlemesi gerekiyor. Mesela, "keşke darbe olsa da Erdoğan devrilse" düşüncesindeysen topluma "darbe olursa tankın önüne en önce ben çıkarım" açıklaması yapmak şart.
Sonucu da biliyorsunuz; darbe olduğunda tankların arasından süzülüp gidiyor bu tür politikacılar. Yıllarca başörtüsü düşmanlığı yaptıktan sonra "başörtüsü sorununu biz çözdük" yalanını yüzleri kızarmadan söyleyebiliyorlar. Nasılsa yalan söyleyene -maalesef- bir şey yapılmıyor. PKK'nın siyasi kolu olan HDP ile gizli kapaklı anlaşmalar yapıp kameralar önünde "ama ittifakımıza dahil değil" açıklaması yapmak ise takiyyeciliğin bir diğer örneği. Ve tabi yeri geldiğinde kalpaklı Mustafa Kemal posteri ile ulusalcı pozlar da vermek gerek.
Ucuz popülizmin de bol miktarda örneği var. Hatta birçok durumda ucuz popülizm ile takiyyecilik iç içe geçiyor. Bir gün Eyüp Sultan Türbesi'nde Yasin-i Şerif tilavet edip, ertesi gün çağdaşlık nutukları atıyor ucuz popülistler. Hem sağda hem soldalar. En büyük devrimci de en sağlam Atatürkçü de; en milliyetçi de en Müslüman da olabiliyorlar. Olayın püf noktası uygun zaman ve mekanda, uygun kişilere hoşa gidecek lafları söylemek. Türkçesi nabza göre şerbet ikram etme, sakala göre traş yapabilme kabiliyetinde olmak. Omurgalı insan işi değil. Omurgasızlar da tek başına beceremiyor zaten. Arkada iyi bir ajans desteği gerekiyor. Peki yüzde 50+1 almanın dürüst, şeffaf, adil bir yolu yok mu?
Siyasetçiler ya kimliğinden fedakârlık yapma ya da toplumu kandırmak zorunda mı? Tabii ki öyle değil. Adil bir çözüm mümkün. O da toplumdaki kimlik sorunlarını çözüp, somut icraatlar üzerinden seçmen desteğini almak. Siyaseti kimliklerin ve ideolojilerin savaş alanı olmaktan çıkartıp "Türkiye vizyonlarının" rekabet alanı haline getirmek.
15 Temmuz hain darbe girişiminden beri Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti'nin yapmaya çalıştığı tam olarak bu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan hiçbir zaman kimliğini saklayan bir siyasetçi olmadı.
Zaten istese de bunu yapamaz. Kişiliği buna müsait değil. Ne söylediği ve ne yaptığından bağımsız olarak, kişisel olarak, toplumun en az yarısının desteğini rahatlıkla alabiliyor.
Partisinin yüzde 40-45 civarında oy aldığı seçimlerde bireysel oyunun yüzde 50'yi rahatlıkla geçtiğine şahit olduk. Erdoğan başkalarının takiyye ve ucuz popülizmle almaya çalıştığı seçmen desteğini tek başına varlığı ile alabiliyorken, bunu "Türkiye vizyonu" ile kurumsallaştırmaya çalışıyor.
Ekonomiden enerjiye, dış siyasetten kültür politikalarına kadar her alanda dışa bağımlılığını bitirmiş, milli menfaat ve değerleri doğrultusunda bağımsız politikalar üretebilen, müreffeh ve güçlü bir Türkiye vizyonu ortaya koyuyor. Bu yolda mesafe kat ettikçe de ucuz popülizm ve/veya takiyye ile karşısında tahkim edilen cepheyi dağıtıyor. Karadeniz'de doğalgaz bulunduktan sonra Erdoğan karşıtı muhalefetin içine düştüğü söylemsel rezaleti hep beraber gözlemledik. Gazeteler muhalefetin sözcülerine "gaz keşfi hakkında olumlu veya olumsuz yorum yapmayın" talimatı verdiğini aktardılar. Söyleyecek sözü kalmayanlar susmak zorunda kalıyor.
Ancak konuşmasalar da toplum görüyor.
Keza 30 Ağustos kutlamalarından rejim krizi çıkarma gayretlerinin de bir anlamı yok. Fazladan gözlem ya da analiz yapmaya gerek yok, bu toplumda yaşayan herkes, Türkiye'nin bir rejim tartışması olmadığını gayet iyi biliyor. Ama muhalefet çaresizce rejim krizi çıkartarak kaybettiği pozisyonu geri almaya çalışıyor. Bugünlerde muhalif partilerin liderlerinin Abdullah Gül'ün adını tekrar hatırlamaları da tesadüf olmasa gerek. Köşeye sıkışınca, çaresizce tutunmaya çalıştıkları bir dalı tekrar hatırladılar. AK Parti 2023'e kadar bu mevziiyi tutmaya devam edecektir, etmelidir. Muhalefetin ülkeyi içine çekmeye çalıştığı kimlik temelli kaoslara prim vermeden, enerjisini ve dikkatini "Türkiye vizyonuna" yoğunlaştırmalıdır. Türkiye'nin bir rejim sorunu yoktur, kimlik sorunu da olmamalıdır.