Hedefinde, tüm medyayı eline geçirmeye çalışan ünlü iş adamı Asil Nadir vardı. Üstelik kavga, dönemin başbakanı Turgut Özal'ın sofrasında çıkıyordu. Sonra ne oldu derseniz, yine Demirel'in o ünlü 'Dün dündür, bugün bugündür" kuralı devreye girdi. 31 Ağustos 1989 günü Sabah gazetesinde çıkan bir haber 'olmaz deneni' olduruyor, Asil Nadir ile Erol Simavi'nin Hürriyet'in satışı için pazarlığa başladığını ve işin kesinleşme noktasına vardığını yazıyordu.
Turgut Özal'ın sofrasında kopan kızılca kıyametin üzerinden daha beş ay geçmeden Simavi ve Nadir sanki hiçbir şey olmamış gibi masaya oturmuşlardı.
Alınıp satılacak 'mal' Türkiye'nin en etkin gazetesi Hürriyet adını taşıyordu. Gerçi bu haber, bir süre sonra Erol Simavi tarafından yalanlanacaktı ama Sabah gazetesi o günkü yazısında Özal ile bir araya gelen Simavi'nin, Güneş Taner'in de bulunduğu bir toplantıda "Ben artık bu işten bıktım, Asil ile pazarlığa oturdum, gazeteyi satıyorum" dediği belirtiliyordu.
Ortada tanıklar ve rakamlar da vardı; Simavi, pazarlığa 1 trilyon 300 milyar'dan başlamış, Asil Nadir ise önce sadece 600 milyar önermişti. O dönemin Hürriyet gazetesi genel müdürü Ercan Ertuna sonradan, her ikisinin 1 trilyon 200 milyarda anlaştıklarını söyleyecekti.
Ama bu satış hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bunun en önemli nedenlerinden biri Erol beyin oğlu Sedat Simavi'nin buna karşı çıkması, diğeri ise aradan geçen süre içinde Asil Nadir'in hızlı bir çöküş dönemine girmesiydi. Gerçekten de Türkiye'ye fırtına gibi giren Asil Nadir'in rüzgarı ve soluğu, İngiltere'de hakkında açılan davalar ile kısa sürede kesilmişti. Dev şirketi Polly Peck, uçurumdan yuvarlanmaya başlamıştı ve bu düşüşü durduracak gücü tükenmişti.
Büyük paralar, büyük umutlarla geleceklerini Güneş ve Günaydın'a bağlayan basın emekçileri aylardır paralarını alamıyorlardı. Bir kısmı açlık grevine başlamıştı bile... Kısaca imparatorluk çökmüş, Asil Nadir yıkıntıların altında kalmıştı ve bir daha asla belini doğrultamayacaktı.
UZAN MI, MAXWELL Mİ?
Ama hayat devam ediyordu. Her türlü dolabın döndüğü basın dünyasında, ayak oyunları, gizli pazarlıklar, vefasızlıklar, doğal yaşamlarını sürdürüyorlardı. Haldun Simavi'nin Günaydın'ı satıp köşesine çekilmesinden sonra, Simavi hanedanlığı giderek kan kaybetmeye başlamıştı.
Sabah'ın çıkmasıyla, Günaydın ve Hürriyet büyük bir darbe yemişti.
Bu arada Milliyet gazetesi Aydın Doğan'a satılmıştı. Artık yaşlı Babıali, Dinç Bilgin ve Aydın Doğan gibi yeni patronların yükselişine tanık oluyordu.
Gazete binaları Cağaloğlu'nun çilekeş yokuşundaki yorgun binalarından, camları açılmayan, sigara içilmeyen dev plazalara taşınıyorlardı.
Bu yeni dönem başlarken Hürriyet'in 71 milyon dolar borcu vardı. Erol bey artık bunalmış, işlerden elini ayağını çekip İsviçre'ye yerleşmişti. Yönetimi oğlu Sedat Simavi'ye bırakmıştı ama o da işleri yüzüne gözüne bulaştırmıştı.
Erol Simavi, 'gazetesini Asil Nadir'e satacağı' söylentilerinin ardından Hürriyet'te bir yazı kaleme almış, dedikoduları yalanlamış ve yazısını "İnsan Hürriyetini satar mı? Satmaz!' diye bitirmişti ama...
Ama ne yazık ki okyanusta akıntıya terk edilmiş gibi sağa sola yalpalayarak yol alan Amiral gemisinin kaderinde bu kez, parayı bastırıp kendisini satın alacak yeni bir kaptan ve tayfası vardı. Aslında bu yaşlı gelinin, pek çok taliplisi çıkmıştı o güne kadar.
Hürriyet'in sadece adı ve temsil ettiği güç bile ağızları sulandırıyordu.
Doksanlı yılların başında medyaya Star televizyonu ile giren Uzan'lar, gazeteyi almak sıraya girdiler. Cem Uzan, Türkiye'nin ilk özel televizyonu olan İnter-Star ile giderek artan bir güce sahipti. Hürriyet'i de alırsa, önlenemez yükselişinin başlayacağına inanıyordu.
Ama pazarlıklar, sona doğru yaklaşırken Erol Simavi tarafından aniden kesildi.
Daha sonra devreye dünya basın devi Maxwell girmişti. Hatta Robert Maxwell, kızının adını taşıyan Lady Ghislaine adlı teknesiyle İstanbul-Ataköy'e demir atmış, pazarlıklar bu yatta yapılmıştı.
Maxwell'in Erol Simavi'ye teklif ettiği para gerçekten müthişti; 270 milyon sterling.
Ama ne olmuşsa olmuş, Erol bey yine bu satıştan da son anda vazgeçmişti. Bütün bu görüşmelerden sonra Hürriyet başka bir iş adamına Erol Aksoy'a kollarını açacaktı. Aksoy, gazeteyi satın alamıyor ama yüzde 25 hisse ile hisse ile ikinci büyük ortak oluyordu. Bu girişimini ve nedenlerini yıllar sonra Aksiyon dergisine şöyle anlatmıştı; "1993 yılında bankacılıktan çok önemli paralar kazanıyorduk. Show TV'yi kurmuştum. Medya'da bir tek Star televizyonu vardı. Bankacılıkta ne yaptıysam çok çabuk taklit ve kopya edildi. Onun için daha az rekabet olan bir alan olan medya'ya girip, bel altı vuruşlarından farkında olmayarak Show TV'yi kurdum. Kurarken de çok doğru bir şey yaptım. Yanıma o günlerin çok güçlü iki medya kuruluşunu aldım. Ben yüzde 60, Hürriyet ve Sabah da yüzde 20 şer hisselik ortaklıkla yayına başladık.
Show TV çok kısa zamanda 1 numara oldu, çok paralar kazandı. İlk sene 15 milyon dolar kazandı. Ondan sonra Sabah gurubu koptu, Karamehmet, Hüsnü Özyiğen ile birlikte ATV'yi kurdular. Tek ortağım Hürriyet kalmıştı. Bir gün gazetenin murahhas üyesi Yaşar Eroğlu geldi. 'Erol beyden selam getirdim' dedi. 'Simavi ailesi zaman içinde Hürriyet'ten çıkmak istiyor. Show'da iyi bir beraberliğimiz var. Biz sana ortağız, sen de Hürriyet'te, bize ortak ol' dedi.
Böylece Hürriyet'in hisselerinin yüzde 25'ini aldım." Erol Aksoy gazetenin yüzde 25 hissesi için 16 milyon dolar ödemişti. 22 Haziran 1993 günü bu ortaklık, gazetede 'Medya'da dev işbirliği' başlığı ile duyuruluyordu. Hürriyet ve Show TV'nin haberciliği artık el ele vererek güçlerini ikiye katlıyorlardı...
Gelin görün ki, bu ortaklık da uzun sürmeyecekti. Çünkü Erol Simavi gazeteyi bütünüyle satıp kurtulmak istiyordu artık... İşte o günlerden birinde Babıali'nin temel taşlarını yerinden oynatacak oyunun ilk perdesi açıldı.
PEÇETE KAĞITLARINDA
1994 Ağustosu, sıcak bir yaz gecesi... Bebek restorandaki garsonlar, denizi gören köşedeki masada oturan iki müşteriye diğerlerinden çok daha özenli servis yapıyorlar, çağrılmadıkça yanlarına yaklaşmıyorlardı. Şık giyimli iki adam, önlerindeki rakı bardakları ve ızgara balıklarla pek ilgilenmiş görünmüyorlardı. Aydın Doğan'ın zaten içkiyle başı hoş değildi. Karşısında oturan Yaşar Eroğlu ise medya dünyasında yıllarca konuşulacak bir satışı gerçekleştirmenin heyecanını yaşıyordu. Az ileride, Boğazın karanlık sularında, balıkçı teknelerinde oltalar çıkarılmış av için hazırlık yapılıyordu...
Ama asıl av, bu masadaydı. Yaşar Eroğlu'nun sabah attığı olta, Aydın Doğan'nın boğazına takılmıştı bile...
Hürriyet'in tek yetkili Murahhas Üyesi Eroğlu, Milliyet'in sahibi Aydın Doğan ile telefonda bir başka konuyu görüşürken "Erol bey Hürriyet'i satmak istiyor, İlgilenir misiniz Aydın bey" deyivermişti. Bu tek cümle yetmişti o gece buluşup konuşmaları için. Bu fikir zaten uzun zamandır Aydın Bey'in zihninde dolaşıp duruyordu.
Milliyet'in yanı sıra Hürriyet'e de sahip olmak adeta sınırsız bir güçle eş değerdi. Para konusu fazla uzamamıştı. Çünkü her ikisi de deneyimli iş adamlarıydılar ve malın değeri zaten üç aşağı beş yukarı belliydi. Asıl tartışma, ödemelerin nasıl ve hangi konularda yapılacağıydı. İşte bu arada küçük bir pürüz baş göstermişti. Yanlarında kağıt getirmemişlerdi ve son çare olarak masanın üzerindeki peçeteleri kullandılar bu trilyonluk satışın detaylarını rakamlandırmak için. Gecenin sonunda kadehler ilk kez kalktı. Aydın Doğan gönül rahatlığı ile bir kadeh rakı içebilirdi artık. Ertesi sabah, Aydın Doğan, Milliyet'teki orasına girdiği zaman ilk iş olarak çantasını çıkardı ve dün geceki hesapları bir kez daha kontrol etti. Peçete kağıtlarındaki bazı rakamlar birbirini tutmuyordu. Yaşar Eroğlu'na telefon açtı ve "Getir şu sendeki peçeteleri de karşılaştıralım" dedi. Eroğlu, Aydın beyin yanına gitti.
Peçeteler karşılaştırıldı, hesap uygundu, satış artık gerçekleşebilirdi. Ama Aydın Doğan bunu bir kez de bizzat Erol Simavi'nin ağzından duymak isteyecekti. Simavi'nin İsviçre'deki telefonunun numaralarını tuşladı.
Aralarında şu kısa konuşma geçti; "Erol bey kardeşim, gazeteyi satıyormuşsun, senin müdürün geldi, hesap yaptık bir de senin ağzından duymak istedim!" "Şekerim satmak istiyorum gazeteyi. Çok talip var ama sen artık gazeteci bir ailesin. Sen alırsan memnun olurum."
Hepsi bu kadar... Hürriyet, artık yeni patronuna kavuşmuştu ve yoluna Aydın Doğan ile devam edecekti.
KOMÜNİSTLER GELECEK!
Bu sansasyonel satışın hemen ertesinde, Hürriyet'e neredeyse bir ömür vermiş olan ama o günlerde Sabah'taki genç arkadaşlarına 'ağabeylik' yapan Necati Zincirkıran, eski patronu Erol Simavi ile konuşmuş, Hürriyet'i neden sattığına ilişkin bir yazı dizisi hazırlamıştı.
Simavi bu satışın ana nedeni olanak kendi oğlunu, Sedat Simavi'yi gösteriyordu. İşte o söyleşiden bir efsanenin sonunu yansıtan satırlar; "Oğlum Sedat şimdi 41 yaşında. Daha 16 yaşındayken gazetenin içinde yetişsin diye ona her imkanı tanıdım. Ama oğlum gazetede kalıp işi öğreneceğine, 17 gün İrlanda'da balık avına gitti. Ona fazlasıyla inisiyatif verdim ama yapamadı. Bak Dinç Bilgin'in oğlu babasının yanında, bazı işlerin başında. Gazeteci ailelerde bu böyle olur. Ağabeyim de ben de böyle yetiştik. Hürriyet'i 68 yılından bu güne kadar sahibi olarak ben getirdim. Ne borcum vardı ne de kredi ihtiyacım. Oğlum işe başladı, lüzumsuz promosyon yarışı yüzünden Hürriyet çok para kaybetti. (....) Yazık değil mi? Kim için yaptık bütün bunları? Bir ara komünistler gelecek diye korktu, şimdi de dincilerin gelmesinden endişe ediyor. Yahu biz ne günler gördük, korktuk mu? Korku içersinde gazetecilik yapılır mı?" Yarım asra yaklaşan ve Türkiye'nin tarihi ile yüklü Hürriyet gemisi o günden sonra Aydın Doğan'la yoluna devam etti. O günlerde bir şey daha değişti; 'Babıali' sözcüğünün yerini 'medya' aldı.
Ve peş peşe yeni gazeteler girdi devreye... Gazeteler kuruldu, gazeteler kapandı... Sonra özel televizyonlar açıldı tek tek.
Kimine ulusal dendi, kimine tematik... Çünkü Türkiye yeni bir yüzyıla adımını atıyordu ve Medya da haliyle bu yüzyıla adımlarını uyduracaktı... 'Babıali' ise, anılarımızdaki o müthiş heyecan ve şevkle çıktığımız 'yokuştan', bu gün ne yazık ki yorgun argın tırmandığımız sıradan bir İstanbul sokağına dönüştü.