Arda'nın günlüğü...

Eklenme Tarih 26 Ağustos 2014
'Yazarın günlüğü' deseydik ne ayıp etmiş olurduk di mi? Tam da 'Kadın buysa, evdeki kim' durumu! Ama oldum olası şu 'yazar günlüklerine' pek heveslenmişimdir. İlki Anna Frank ve hatıraları... Yahudi olup, Alman zulmü görmemek bile kanıma dokunmuştu okuduğumda. Sonra yerli - yabancı bir sürü hatıratla karşılaştım ve 'anı yazmanın' şuuruna varıp vazgeçtim. Hoş ne kadar iyisini de yapsanız, bir kısım 'bana ne'ciler indinde 'sadece özel hayattan bahseden, lüzumsuz' varlıklarsınız.
Ama mütecessis okur tipi öyle değil, kafada kaç kıl var anlatın sabaha kadar dinlerler. Onlardan biri de benim işte. Kurgu romanlar yerine, iki satır karalanmış gibi duran yapmacıksız ve gerçek hayat hikayelerine gönlümü kaptırmam da bu yüzden. Hele de Oğuz Atay gibi birinin, ölümle son bulan hatıratı söz konusu ise. 'Günlük' ne zaman yayınlandı bilmiyorum, ben kitap olmadan Nokta Dergisi'nde haber yapmıştım; "Oğuz Atay'ı bugün pek bilinmeyen 'günlükleriyle' tanıtmak istiyoruz. 1970'de yazmaya başladığı notları 3 Ekim 1977'de Londra'da sona eriyor. Yani ölümünden iki ay önce."
Üstadın son sözleri de şuydu; "Ameliyathanenin kapısında 'Şimdi bir iğne daha yapacağız, hemen uyuyacaksın' dediler, pek inanmadım. Ama gene de düşündüm; Şimdi dedim 'Uyusam ve ameliyatta ölsem hiçbir şey duymayacağım.
Hepsi bu kadar. Çok kötü hissetmedim..."
Şimdi anladınız mı, yazının başlığına 'Arda'nın günlüğü' demek bile ne büyük hıyarlık!
***

Gelelim siz gençlere verdiğim söze; yani 'İçki ve devamında gelen hastalıklar, nelerinizi kısıtlar?' Bir kere başınıza toplaşan akraba ve komşu cadılarsız tek bir hareket yapamıyorsunuz. Çünkü her biri ileri kanser uzmanı! Sebep-sonuç ilişkisini çoktan çözmüşler, işin tavsiye bölümündeler. Mesela onlara kalsa iki dakikada bir başımın yüksekliğini değiştirmem gerekecek. Nefes alışım ve yutkunmam kolaylaşırmış. Bıraksam sırayla benim yerime yutkunacaklar zaten. Ama bırakmıyorum, kendi nefesimi kendim alıyorum. Bir de affedersiniz çiş mevzuu var. "Ben senin ablan sayılırım" diyen alt tarafıma doğru hamlediyor, bez yayacak bu sefer. En iyisi uyumak. Ama tepemdekilere sorarsan, şuurum yarı kapalı. Peki o zaman bunları kim düşünüyor?
***

Yaşasın kapı zili çaldı, ziyaretçim var derken iri yarı biri içeri dalıyor. "Arda'cım ben geldim!" Sonra karıma dönüyor "Tanımadı galiba!" Tanımam mı lan, canım Halil Ergün'ümsün işte. Arkasında da eskilerden bir sevda, Seyyal Taner. Son sevda karım Selda bakalım nasıl karşılayacak misafir Seyyal'i? İster misiniz yine kıskançlığı depreşsin de kızı hırpalasın!
Aaa o da ne, sohbete koyuldu bunlar.
Hatta eski defterler açıldı beni çekiştiriyorlar.
Artık yenisi ne dediyse, eskisi diyor ki, 'Beni de aldatmıştı bu Arda. Konsere gitmiştim, kadın atmıştı eve..." 'Sorma kardeş bana da şunları yapmıştı' şeklinde devam eden sohbeti, var gücümle 'ıh'layarak bölmeyi başarıyorum. En az beş kadın üstüme atlıyor, "Ne oldu Arda neren ağrıyor, ilaç verelim mi?"
Siz siz olun arkadaşlar henüz konuşabilirken etrafınıza vasiyet edin. Bu gibi hastalıklarda morfin bazlı ilaçlar insanın kalbini yorar ve ölüme koşarsınız. Allah'tan karım bilinçli, "İlaç olmaz masaj gerekir" diyor? "Sen ne puştsun" demezseniz, aklımdan geçeni itiraf etmek istiyorum; "Masajı acaba hangisi yapacak?"
***

Masajı Seyyal yaptı, dayağı Selda'dan yedim dermişim... Yok öyle olmadı, aile büyüğü Dicle teyzemiz odaya daldı ve hepsini salona yolladı. Galiba beslenme vaktim. Yarım fincan ballı süt, yanında beyaz peynir ve bir şeyler...
Bu arada söylemiş miydim, sürekli digitürk'ün 444. kanalı açık. Love Song dinlersem ruhum huzur bulurmuş. İyi hoş da adamlar bant yayın yapıyorlar, dönüp dolaşıp aynı şarkılar çalıyor. Saat tuttum, 'Wooden Heart' ki nefret ederim, 25 dakikada bir beynimde zonkluyor. Neyse biri farkına varacak nasıl olsa.