Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin liderleri 1-2 Ekim tarihlerinde, başta Doğu Akdeniz olmak üzere, Türkiye-AB meselesi, Beyaz Rusya konusu, Çin-AB ilişkileri gibi birliğin dış politikasını ilgilendiren birçok konuyu ele aldılar. Bu toplantıdan Türkiye'ye yönelik nasıl bir sonuç çıkacağı, Doğu Akdeniz-Adalar denizi-Türkiye-Yunanistan gerginliği-Beyaz Rusya meselesi gibi bir sarmalın içine sıkışmış AB açısından da, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğine yönelik ipucu görmek isteyen Ankara açısından da hayli önemliydi.
Bilindiği gibi, Türkiye'nin Brüksel'den dört önemli talebi vardı: 1. Gümrük Birliği anlaşmasının güncellenmesi; 2. 2018 yılından beri AB tarafından sürüncemede bırakılan göç anlaşmasının gerekliliklerinin yerine getirilmesi. Hatırlanacağı üzere, anlaşma dahilinde Ankara kendi sorumluluklarını yerine getirmiş olmasına rağmen, Brüksel taahhütlerini tamamlamamakta ısrarcı davranıyor. Ankara AB'nin mülteci meselesini sadece bir sınır yönetimi mevzu olarak görüp bu konuda Türkiye'nin üstlendiği yüke hiçbir katkı sağlamama ısrarını Göç Anlaşması'nın ruhuna aykırı buluyor; 3. Göç Anlaşması ile ilgili olarak gündeme gelen, fakat Türkiye-AB ilişkilerinin tarihi düşünüldüğünde özel bir önem kazanan vize serbestisi meselesinin artık halledilmesi gerektiğini Türkiye tarafı sıklıkla dillendiriyor; 4. Ankara Doğu Akdeniz ve Adalar denizi ile ilgili sorunlarda AB'den tarafsız ve hakkaniyete uygun bir tavır takınmasını bekliyor. Türkiye her fırsatta Doğu Akdeniz'de kendisinin ve KKTC'nin haklarını kararlılıkla koruyacağını, ancak kıyıdaş ülkelerle diyaloğa hazır olduğunu belirtiyor. Doğu Akdeniz/Akdeniz'de KKTC dahil tüm aktörlerin diyalog kurmasına imkan sağlayacak bir konferans önerisinde de bulundu. Fakat Fransa, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin (GKRY) Doğu Akdeniz'deki tek taraflı maksimalist taleplerini Birlik politikası haline getirmeye çalışmaları ve Türkiye'yi AB üzerinden yaptırım tehdidi ile caydırmaya çalışmaları Ankara'yı rahatsız ediyor. Aslında diğer taraftan da, Fransa-Yunanistan ve GKRY'nin tansiyonu tırmandırarak Türkiye'ye yönelik bir kriz stratejisi takip etmeleri, başta Almanya olmak üzere bazı AB ülkelerini rahatsız ediyor.
Bu nedenle Ankara, Türkiye-AB ilişkilerini yeniden masaya yatırmadan önce, birliğin yaptırım yanlısı grupla birlikte hareket edip etmeyeceğini, yaptırım isteklerini aşacak bir formül bulup bulamayacağını görmek istedi.
AB'NİN ORTAK GÜVENLİK VE DIŞ POLİTİKA ÇARESİZLİĞİ
Brexit meselesi bize şunu gösterdi: AB demek bürokrasi demektir ve AB koridorlarında soyut tartışmalar üzerinden ilerleyen bürokratik siyasetin, dünyada olup biten ve küreselleşmenin bir sonucu olarak Avrupa'yı da hemen etkileyen gelişmelere cevap vermesi mümkün olmuyor. Bu atalet, AB'nin sınırlı jeopolitik bakışını (birlik içindeki fay hatları, doğalgaz boruları ve LNG fiyatlarına odaklı bakışı) daha da sınırlı hale getirerek hem Avrupa'yı ya da AB ülkelerini merkeze alan aşırı, dışlayıcı milliyetçiliği tetikliyor ya da Brexit meselesinde gördüğümüz gibi ayrılıkçı bakış açısını. Her hâlükârda memnuniyetsizliğin temel sebeplerinden biri, AB'nin ortak güvenlik politikası ve dış politika üretme konusundaki yetersizliği. Bu yetersizlik sadece kafa karışıklığından değil, yakın coğrafyalardaki sorunlara çözüm üretme yeteneklerinin sınırlılığından da kaynaklanıyor. Nitekim Soğuk Savaş sonrası dönemde AB, birlik içerisinde aldığı Lizbon Antlaşması kararları gibi bazı önemli kararlara rağmen, özellikle Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesinde ortaya çıkan krizlerde ortak bir irade göstermek konusunda başarısız oldu. AB'nin başarısızlığı bir çeşit tavuk-yumurta hikayesine dönüştü. AB'nin ortak politika üretme konusunda kaynak ve irade yetersizliğini fark eden AB ülkeleri kendi çıkar ve siyasalarını öncelemeye başladılar; kendi çıkar ve siyasalarını önceledikçe AB'nin ortak bir politika üretme şansı da azaldı.
Doğu Akdeniz'de ortaya çıkan fotoğraf aslında AB'nin içinde bulunduğu bu büyük açmazın resmidir. Birliğin içindeki 27 ülkenin Doğu Akdeniz jeopolitiğinde farklılaşan, hatta kimi yerlerde birbirlerine rakip çıkarlara sahip oldukları, bu yüzden de birliğin Arap Baharı'ndan beri bölgede ortak bir duruş sergilemekte zorlandığı biliniyor. Sonuçta AB'nin bölgede yekvücut bir aktör olarak varlık gösterememesi, bir yandan bölgedeki risk ve fırsatların tek taraflı maksimalist politikalara imkân vereceğini düşünen küçük devlet revizyonizmini güçlendirdi, diğer yandan da bu küçük devletleri vekil olarak kullanmaya hevesli ABD, İsrail, Rusya gibi aktörler AB'nin kapısının önüne (Libya, Suriye, Tunus ve benzeri) kadar geldi. Ayrıca iç içe geçen revizyonist devletler-hibrit mücadeleler sorunu, AB içerisinde Brexit sonrası artan liderlik mücadelesini de iyice hararetli hale getirdi.
Özetlememiz gerekirse, yere defalarca düşmekten zarar görmüş AB omurgası, yine parçalanma, kırılma tehlikesiyle karşı karşıya. Doğu Akdeniz'de yaşanan kriz AB içinde üretilecek yeni stratejilerle başarıyla karşılanamazsa, yani AB Türkiye ile olan meselesini çözemezse, Batı, kuzeyden, Güney Avrupa ve Balkanlardan geçen hattın ortasında sıkışıp kalan felç geçirmiş halini daha uzun süre devam ettirecek.
1-2 EKİM AB ZİRVESİ DOĞU AKDENİZ DÜĞÜMÜNÜ ÇÖZDÜ MÜ?
Doğu Akdeniz'de uluslararası hukuka aykırı olarak hareket eden GKRY ve Yunanistan, AB'yi kendi başarısızlıklarının tuzağına çekme konusunda kararlı görünüyorlar. Aslında bu krizin önünü açan, Türkiye ve KKTC olmadan genişleme kararını -hem de Annan Planı referandumu (2004) ertesinde uyumsuz davranış sergileyen aktörü ödüllendirerek- veren AB'den başkası değil. Sonuçta AB, zamanında yaptığı hesap hatasının, yani Türkiye ve KKTC'yi pasifize ederek izole edebilecekleri hesabının tutmamasının bedelini ödüyor.
Yunanistan ve GKRY'nin çözümsüzlük ve Türkiye'yi suçlama stratejisi, AB liderlerini en son Ekim Zirvesi'nde 9 saatlik bir toplantıya mahkûm etti. Sonuç olarak, AB içinde Türkiye'ye yaptırım kararı aldırmak için Med-7'nin Korsika Zirvesi'nden beri çabalayan Fransa-Yunanistan ve GKRY ekseni masadan elleri boş ayrıldılar. Bununla birlikte AB, GKRY'nin Beyaz Rusya vetosunu aşmak için geleceğe yönelik sözler ve Türkiye'ye yönelik uyarılar içeren açıklamalar da yapmak zorunda kaldı. AB havanda su dövdüğünün farkında olduğu için, zirve sonrasında sadece yaptırım tehdidini değil, Türkiye ile diyalog kapısını açma isteğini de dillendirmeye özen gösterdi. Fakat kendisini içine attığı çıkmaz, havanı elinden bırakmasına müsaade etmediğinden, diyalog teklifini (ve tabii yaptırım tehdidini) bir şarta (Ankara'nın Doğu Akdeniz'deki enerji araştırma faaliyetlerini askıya alması şartına) ve bir son tarihe (Aralık 2020) bağladı.
Bu sopa-havuç politikası hem şartlılık dilini benimseyen AB çevreleri için yeni değil hem de AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen'in zirvede yaptığı açıklamaları dinleyenler için sürpriz değil. Von der Leyen konuşmasında Türkiye'nin Akdeniz'de yeni eylemlerde bulunması halinde AB'nin tüm araç ve seçeneklerini kullanacağını belirtmişti. Tabii AB'nin ortak dış politika meselesinde yalpalaması her daim geçerli olduğundan, Leyen'in bu tehdidi isteksiz bir biçimde yaptığını da Komisyon Başkanı'nın bir diğer ifadesinden (Brüksel'in amacının yaptırım uygulamak olmadığı açıklamasından) anlıyoruz. Ancak unutulmamalıdır ki Türkiye başta saydığımız taleplerini bir havuç olarak değil, bugüne kadar Avrupa'nın güvenliğine ve ekonomisine yaptığı somut ve samimi katkının neticesinde hak edilmiş talepler olarak görüyor. Dolayısıyla, bugüne kadar işe yaramayan şartlı süreçleri Ankara'ya, hele de Doğu Akdeniz'deki varlık mücadelesi-savunma refleksi üzerinden dayatmak hiçbir sonuç vermeyecektir.
JEOPOLİTİK FELÇ Mİ, JEOPOLİTİK KÖRLÜK MÜ?
AB'nin birbiriyle çelişkili açıklamalarla bölünmüşlüğünü ve felç halini sergilerken, sadece bir görünmek için birlik stratejisini terk edemediğini, dolayısıyla Türkiye meselesinde, yine GKRY-Yunanistan'ın şantajlarına boyun eğmeyi tercih ettiğini söyleyebiliriz. Kanada ve İngiltere'nin Beyaz Rusya'ya karşı tavır takınabildiği günlerde, Brüksel'in kendi yakın komşusunda olanlara Yunanistan'ın şantajı yüzünden tepki veremediğini hepimiz gördük. Üstelik mesele "demokrasinin korunması" gibi AB için "kutsal" bir konuydu.
AB'nin felç hali giderek sadece AB'nin ve birlik bürokratlarının sorunu haline gelecek. Zaman içinde gerçek jeopolitik kazançlar elde edip riskleri bertaraf etmek isteyen birlik içerisindeki Türkiye yanlısı ülkelerin mevcudiyetinin daha da görünürlük kazanmasını bekleyebiliriz. Şimdiden Ankara, birliğin içindeki bölünmenin, Fransa ve Avusturya gibi Türkiye'ye yönelik sertlik yanlılarını engellediğini fark etti. Bu sonuç, Avusturya Başbakanı'nın Türkiye'ye sempati besleme konusunda Almanya'yı suçlamasında da açığa çıktığı üzere, AB'nin karşı karşıya kaldığı tehlikenin kültürel-kimliksel bir tehlike olmadığını gösteriyor. AB ülkeleri jeo-politika ve jeo-ekonominin yarattığı sorunlara yeterince kaynak ayırmayı ya da kaynak sahibi Türkiye gibi ülkelerle ortaklık kurmanın bir yolunu bulmayı bir an önce düşünmek zorunda.
Türkiye Doğu Akdeniz ihtilafında baştan beri gerginliğin azaltılmasından ve yapıcı bir diyalogdan yana olduğunu göstermiş bulunuyor. Dışişleri Bakanlığı'nın da altını çizdiği üzere, Ankara bu yöndeki çağrılara hep olumlu yanıt vermiş ve iyi niyetini yaptığı jestlerle pek çok kez kanıtlamıştır. Son bir örnek vermemiz gerekirse, NATO'da Yunanistan ve Türkiye arasındaki gerginliğin azaltılması yönünde alınan güven arttırıcı önlemleri zikredebiliriz. NATO bünyesinde tansiyonun düşürülmesi için hayata geçirilen süreç, tamamen Ankara'nın bu iyi niyetli tutumunun bir sonucu. Türkiye aynı anlayışı AB ile ilişkilerinde de sergilemeyi arzu etmekle birlikte, 1-2 Ekim zirve kararlarında KKTC vatandaşlarına değinilmemiş olması ve Kıbrıs'ta iki taraf arasında hidrokarbon kaynaklarına ilişkin hakça gelir paylaşımından bahsedilmemesi, birliğin Kıbrıs Türklerini yok sayan ve Türkiye'nin hakkaniyete dayalı diyalog teklifini göz ardı eden jeopolitik körlüğünün devam ettiğini gösteriyor.
DOĞU AKDENİZ'DE YANLIŞ KARAR AB'Yİ KENDİ SONUNA YAKLAŞTIRIR
Bu zihniyette bir değişiklik olmaması halinde, Türkiye'nin kendisinin ve KKTC'nin Doğu Akdeniz'deki uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru haklarını savunması beklenen neticedir. Bu arada, AB yetkililerinin söylediği gibi, Brüksel'in alet-edevat çantasında Ankara'ya karşı gerektiğinde kullanabileceği bazı araç ve seçenekleri varsa, Türkiye'nin de kendi alet-edevat çantasında Türkiye karşıtı seçenekleri caydırabilecek, bu seçenekleri benimseyenleri pişman edecek araç ve seçenekler vardır.
AB adına en akıllıca strateji, Ankara'nın Doğu Akdeniz'de bugüne kadar iyi niyetle hareket ederek gösterdiği tek taraflı jestleri karşılıksız bırakmamak ve Ankara ile diyaloğu derinleştirmektir. Bu yeni bakış açısı, AB'nin jeopolitik körlüğüne de felçli haline de iyi gelecektir. AB'nin uzun süredir eylemsizlik ve etkinsizlik hastalığı ile boğuştuğu biliniyor. Dileyelim ki bu hastalık AB'nin zihnini de bulandırmamış olsun. Aksi durumda AB, Soğuk Savaş sırasında çok zor kazandığı dünya politikasındaki kompartımanı kaybetme ve Akdeniz'in yaşlı, hasta aktörüne dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya. Böyle bir durumda Brexit benzeri yeni ayrılışlar kaçınılmaz olacaktır. (Prof. Dr. Nurşin A. Güney)