Belki bu durumu zulüm kavramının karşı cephesini temsil eden adâlet kelimesiyle daha iyi anlayabiliriz. 'Adâlet' bir şeyin yahut hakkın layık olduğu yerinde olmasıdır. Bir şeyin hakettiği yerde olmamasına 'zulüm' denir. Buna göre Allah Teâlâ'nın ilahlığını ve hakça tasdikini kabullenmemek yani şirk, bir zulümdür. Dine, Kur'ân'a, mukaddesâta hürmet gerekirken bunu yapmamak, yapanlara mani olmak bir zulümdür. Anneye babaya âsi olmak, onların hukukuna riayet etmemek bir zulümdür. Çalıştığı yerde işe ve mesaisine dikkat etmemek, çalıştırdığı insanın hakkına riayet etmemek zulümdür. Çocuğa dinî terbiyeyi vermemek; helâli, haramı öğretmemek zulümdür. Bir kişinin veya toplumun sıhhatiyle, canıyla, duygularıyla, her ne olursa olsun inançlarıyla oynamak, alay etmek; insanların ve mahlûkatın hayatiyyet ve süreklilik haklarını engellemek zulümdür. Haksız yere insan öldürmek zulümdür. Burada şunu hatırlatmak isteriz: Biri bir adamı öldürse katil olur, haksız yere işlenen bu cinayete sevinen ise kâfir olur. Hadîs-i şerîfte; Cenâb-ı Hakk, bir kişinin haksız yere öldürülmesine bütün dünyadaki insanların tamamı bile sevinmiş olsa yahut yardımcı olsa veya bu zulme sessiz kalsa, üzülmese, andolsun ki hepsini yüzüstü cehenneme atacağım, diyerek vadetmiştir. Hırsızlık, aldatma, haksız kazanç, insanların ortak alanlarına tecavüz ve onları rahatsız etme ve bunun gibi yüzlerce, binlerce günah olarak sayılabilecek örnek aslında zulme girer.
Fakat şu unutulmamalıdır ki; ah ettirenlerden Allah muhakkak hesap soracaktır. Kişi, bir insanın canını yaktıysa, ona eziyet ettiyse, tevbe edip durumu düzeltmezse muhakkak sûrette hem dünyada, hem âhirette Allah Teâlâ bu kimseyi ibretlik olarak cezalandıracağını vadetmektedir.
Kulların hukukuna riayet etmeyen ve zulme devam edenler, şahsî ibadet ve inançları ile kurtulamazlar. Çünkü zulüm olan yer muhakkak çöker. Herkes, kendi çapında mesul olduğu insanları ve onların hukuklarını gözetmek zorundadır. Kendisi için istemediğini başkası için de istememeli, kendi sevdiği ve hoşnud olduğu şeyi de diğer insanlara da verebilmek için gayret etmelidir.
İMâNI, İSLâM'I, DİNİ, DÜNYAYI GÜZELCE YAŞAMAK İÇİN ÖĞRENMEK
Dinî açıdan yani Müslümanca düşünürsek; kişinin hayatiyyetini, neslini, malını, kendisine verilmiş emanetleri muhafaza için öğrenmesi, bilgilenmesi farzdır. Yani kişinin kendi keyfine bırakılmamıştır. İnsanın en büyük emaneti, Allah Teâlâ'nın kendisine verdiği imân ve İslâm nimetidir. İmânını, dinini; farzı, vâcibi, Efendimiz (s.a.s.)'in sünnetini, haram ve helâli kendisine lâzım olacağı miktarda öğrenmek her kişi için farzdır. Halk arasında yanlış bir söz dolanmaktadır: "Aman öğrenme, yoksa vebalin artar, yapmazsan mesul olursun!" Bu söz, çok cahilâne, vahim bir hatadır çünkü bir kişi öğrenmediğinde zaten Allah katında mesul olur. Öğrenip de yapmamak, hiç öğrenmemeye göre daha iyidir. Hazret-i Ali (r.a.)'nin buyurduğu gibi; "Dinini, diyanetini bilmeyen cahillerin sevgisi ve dostluğundansa âlim kişinin düşmanlığını tercih ederim." Hz. Ali (r.a.) bir başka yerde şöyle buyurmuştur: "Ya Rabbi, cennette bile cahille beraber olmaktan sana sığınırım." Çünkü cahil adam, zulüm ve günaha kolayca düşer ve yalan yanlış haberlerle hiç farkında olmadan kâfir ve zâlimlerin yanında yer tutar. Bazı şeylerden haberdar olan dinini öğrenmiş insan, layıkıyla amel edemese de en azından zâlimlerin yanında yer almaz.
Cahillik, dinsizliği ve zulmü davet eder.
En büyük cahillik ise aynı zulümde olduğu gibi nefsini ve kendini tanımamaktır. Yani ilimlerin başı, öğrenmenin en önemli basamağı; kendi nefsini, haddini ve emanetini öğrenmektir. "İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır." İmam Gazzâlî şöyle der: "İnsanların birçoğu ilimden yoksun oldukları için günahkar ve zâlim olurlar." Nitekim Efendimiz (s.a.s.)'in nurundan mahrum olan, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen ve kendilerini Mekke'nin Allah'ı zanneden insanların yaşadığı o devre 'Cahiliye devri' denilmiştir. Öğrenmek, şahsiyet terbiyesi için olmalı, başkalarına caka satmak yahut zulmetmek, onları aşağı görmek için olmamalı. Nitekim bugün insanlık bilgiyle ezmekte, şeytanı bile utandıracak zulümleri bilim ve ilim eşliğinde yapmaktadır. Kalpteki imân nuruyla birleşmeyen bilgi hem kişiyi, hem başkalarını zulme sevketmektedir.
MAKBUL DUA
Duanın kabulü için samimiyetle Allah Teâlâ'ya yakarışın lâzım olduğunu sizlerle paylaşmıştık. Teknik sayılabilecek bazı önemli hususları, duanın kabul olması ile alâkalı olduğundan zikretmemiz icab edecek.
Kişinin, duaya başlarken kalbinde Allah muhabbeti ve duygusunu hissetmesi lâzımdır. Duaya "Elhamdülillah" veya "Elhamdülillahi Rabbi'l-âlemin" lafızlarıyla başlamak ve hemen sonra "Essalâtü vesselâmü alâ seyyidina Muhammed veya Essalâtü vesselâmü aleyke ya Resûlallah" sözcükleriyle başlamak duanın kabulü için en etkili unsurlardır. Yani biz bu ifadelerle Allah Teâlâ'ya hamd edip Efendimiz (s.a.s.)'e salât etmiş oluruz. Duanın sonunda da salavat ve hamd yapılır. Bunlar duanın olmazsa olmazlarıdır. Hikmetlerini şöyle açıklayalım:
Duanın başında Allah'a hamd etmekle, O'na kulluk etmekten ve rab olarak O'ndan razı olduğumuzu ifade ederiz.
Bu bir nev'î dua edeceğimiz merciyi tanıdığımızı göstermektir. Duada Peygamber Efendimiz'e salât u selâm etmenin ise hadîs- i şerîfle alâkası vardır. Efendimiz (s.a.s.); "Kulun duası, Allah'ın arşına yükselmeden semâda asılı kalır, salât u selâm ederse ancak o zaman arşa yükseltilir." meâlinde beyanatta bulunmuşlardır. Ayrıca salavat-ı şerîfe her ne şekilde olursa olsun reddolunmaz. Salavat-ı şerîfe, muhakkak Allah katında kabul edilir. Duanın başında salât u selâm, sonunda da salât u selâm edilince iki kabul olunanın arasındaki niyâzlar da kabul olur. Dikkat edilirse bütün dua kitaplarında ve Efendimiz'in dualarında, başta ve sonda 'hamdele ve salvele' vardır. Dua ederken kişi ilk önce Cenâb-ı Hakk'tan af ve mağfiret dilemeli ve kendisinden razı olunmasını talep etmelidir. Sonra gönlündekileri kendi lisanıyla Allah Teâlâ'ya samimiyetle arzetmeli ve hepsinin sonunda; "Hayırlısıyla ihsan eyle!" yahut "Hayırlısıyla kabul eyle!" diyerek edep ile dua etmelidir. Başkalarına edilen dua da asla reddolunmaz.
Hatta kişinin kursağından haram lokma geçebilir, bundan dolayı duaları kabule şayan olamayabilir, fakat başkasına dua ederse muhakkak Allah'ın izniyle dua kabul olur. Çünkü kendi günahkar bedeni ve ağzı belki kendisi için fayda vermeyebilir ama başkasına dua edince sanki diğer kişi nâmına edilen dua gibi muamele görür. Mesnevî'de şöyle geçer: Musa (a.s.); "Cenâb-ı Hakk bana günahsız ağızla dua et, buyurdu. O zaman ben hiç dua edemem ki!" deyince Cenâb-ı Hakk Musa (a.s.)'ya; "Ya Musa, kendin için başkasından dua iste; sana dua eden ağız, günah işlemediğin ağızdır, kullarımdan dua iste!" buyurmuştur. (devam edecek)
GÖNÜL SAHİFESİ
Bir gün Hazret-i İsa aleyhisselâm, bir gencin, bir pîr-i fâniyi yani ihtiyar bir zâtı, beyaz sakalından tutup yerde süründürdüğünü gördü.
Gence hitaben; "Ne yapıyorsun? Allah'ın gazabına uğrayacaksın. Bu senin suçundan yağmurlar yağmaz, otlar bitmez.
İhtiyar bir adam dövülür mü?" diye buyurduğunda, ihtiyar, Hazret-i İsa'ya; "Bırak dövsün beni, ben onun babasıyım. Vaktiyle ben de babamı dövmüş, sakalından tutup, kendi sürüklendiğim kadar yerde sürüklemiştim." dedi. Bu dünya, etme bulma dünyasıdır. Ne ekersen onu biçersin! Hasanü'l-Basrî Hazretleri bir gün, Kâbe'yi tavaf ederken, arkasında zenbilli bir delikanlıya rastgelip, zenbilinde ne olduğunu sordu. Delikanlı; "Ya imam! Zenbilde anam var.
Biz fakiriz, senelerdir anam Kâbe'yi ziyaret etmek ister fakat Kâbe'ye gelemedik.
Anamın bu arzusu, bence malûm idi. Kendi ihtiyar oldu, gelmesine hiç imkân kalmadı. Dâima Kâbe'den aşk ile bahseder, Kâbe aklına geldikçe gözyaşlarını tutamazdı. Anamın bu haline tahammülüm kalmadı. Onu işte bu zenbille arkama alıp, memleketimiz olan Şam'dan Kâbe'ye getirdim.
Şimdi Kâbe'yi tavaf ettiriyorum. "Ana ve babanın hakkı büyüktür." derler. Ya imam, acaba anamın hakkını, bu yaptığımla ödeyebildim mi?" dediğinde; Hazreti Hasanü'l-Basrî; "Kabil olsa da Şam'dan ananı sırtında yetmiş defa Kabe'ye getirip böylece tavaf ettirsen, ananın karnında iken bir defa attığın tekmeye karşılık hakkını ödeyemezsin." buyurdular.
AYET-i KERiME
Namazları ve orta namazı koruyun, gönülden bağlılık ve saygı ile Allah'ın huzuruna durun. Bakara- 238 Bu âyet-i kerîmede namazın en az beş vakit olduğunu açıkça görmekteyiz. Âlimlerin çoğu, buradaki orta namazın ikindi namazı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim hadîs-i şerîfler de bunları desteklemektedir. Ama bazı âlimler; "Orta namaz, seni bir namazdan diğerine bağlayan namazdır dolayısıyla arada namaz kaçırmak ve bunu alışkanlık haline getirmek, kişiyi bu eşsiz ibadetten mahrum etmeye kadar götürür." demişlerdir.
HZ. İNSAN'DAN İNSANA SESLENİŞ HADİS-İ ŞERİF
İkindi namazını kılmayan bir kişinin o günkü amelleri boşa çıkartılır. Buhârî İkindi vakti, gündüz yapılan işlerin akşam yapılacak işlere devredilme zamanıdır.
İkindi vaktinde melekler arasında da bir devir teslim gerçekleşir. Bu vakti değerlendiremeyenler, günleri berbat olmuş şekilde akşam vaktine girerler.
Ve akşamın feyzinden, bereketinden istifade etseler bile bu ancak gündüz vakti ettikleri zararı telafi yerine geçebilir. Efendimiz (s.a.s.) ikindi namazını pek çok severlerdi.
SORDUM ÖĞRENDİM
Unutarak yiyen kişiye oruçlu olduğunun hatırlatılması gerekir mi?
Unutarak yemek içmek orucu bozmaz. Hz. Peygamber (s.a.s.) konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Oruçlu kimse oruçlu olduğunu unutup da yediği ve içtiği zaman, orucunu (bozmayıp) tamamlasın! Çünkü o oruçluya ancak Allah yedirmiş ve içirmiştir." (Buhârî, Savm, 26) Oruçlu olduğunu unutarak yiyip içen kişi; yaşlı, hasta, zayıf ve oruç tutmaya kuvvet getiremeyecek durumdaysa onu gören kişi oruçlu olduğunu hatırlatmamalı, oruç tutmaya kudret getirebilecek durumdaysa hatırlatmalıdır (Şürünbülâlî, Merakı'l-felâh, 256).
M. FATİH ÇITLAK