BAZI kavramlar hunharca kullanıldığı için ben de çoğu zaman kullanmaya utanıyorum. Özellikle işletmecilerin "krizi fırsata çevirmek" lafını ağızlarına sakız etmeleri ve gayrı ciddi formlarda sunmaları nedeniyle bu ifadeyi pek kullanmak istemem. Ama bazen cuk oturuyor. Bu da öylesi bir durum. Türkiye'nin Batı ittifakı içinde tecrübe ettiği kriz gerçekten böylesi bir fırsata işaret ediyor.
Batı ittifakının bütününde yaşanan kriz ilk önce ve en büyük çapta Türkiye'yi vurdu. Bu nedenle de ilk ve en kapsamlı cevabı üretmek zorunda kalan ülke de Türkiye oldu. Eğer devam ettirilebilirse, gerçekten bir kriz fırsata dönüştürülebilir. Batı ittifakının bir parçası olduğu için ondan koruma elde eden fakat aynı zaman da ona bağımlı hale gelen Türkiye uzun yıllar bu rahatından pek vaz geçmek istemedi.
Kolay değildir. Böylesi bir bağlantı ülkeleri ve özellikle yöneticilerini tembelliğe iter. Hazır kurulmuş bağlar varken yenileri kurulmaz. Çünkü bu hem müttefikleri rahatsız eder hem de yeni bir inisiyatif gerektirir. Var olanla idare etmek varken, devrimci bir şekilde riskli bölgelere yelken açmak çok tercih edilmez.
Gerçi yıllarca bu yeni mecralara yelken açma meselesi Türk dış politikasında tartışma konusudur.
Zaman zaman dile getirilmiş ve Türkiye'nin ilişkilerini çeşitlendirmesi gerektiğini savunanlar ortaya çıkmıştır.
Çeşitli AK Parti yönetimlerinde de bu mesele sık sık ele alındı. Hatırlarsanız bir dönemler "Türkiye'nin ekseni mi kaydı" gibi tartışmalar dahi yapıldı.
Ancak o dönemlerde dahi gerçekten yeterli derece inisiyatif alınmamış Türkiye hala batıya bağımlı kalmıştı.
Bu da en net haliyle Suriye'de karşımıza çıkmıştı.
Soğuk Savaş döneminden bu yana Batı ittifakının bir parçası olan Türkiye herhangi bir krizde büyük oranda bu ittifaka yaslandığı gibi normal şartlar altında da Batı dışı müttefiklerle ilişki geliştirmeye çalışmamıştır. 60lı ve 70li yıllarda Fransa gibi ülkeler dahi böyle bir arayışa girmişken en fazla kazık yiyen Türkiye o dönemleri beklemekle geçiştirdi diyebiliriz.
İkinci Soğuk Savaş döneminde yani 80li yıllarda Türkiye tekrar kıymetli hale geldiğinden yeniden büyük keyifle Batıya yaslanmaya başladı.
Doksanlarda Soğuk Savaş bittiğinde bir endişe duydu. Artık kıymetimiz azalır mı soruları soruluyordu. Buna cevaben birileri "Türkiye'nin batı için faydalı olduğunu" kanıtlama peşine düştü.
Coğrafi, kültürel, tarihi ve ideolojik ne kadar argüman varsa, yine hunharca kullanıldı. Türkiye'nin batı için kıymetli bir köprü olduğu iddiası seslendirildi.
O iddialar farklı kavramlarla sunulsa da bugünlere kadar geldi.
Ancak tüm bu dönemlerde yapılan şey Türkiye'yi batıya pazarlama çabasıydı. Türkiye'nin tek başına iş yapma becerisini geliştirmek yerine Suriye gibi kriz durumlarında Batı ittifakını ikna etme çabası vardı.
"Esed'in kimyasal silah kullandığı ve Batının artık müdahil olacağı bunun da haftalar içinde gerçekleşeceği" söyleniyordu. Yıllar geçti olmadı. Batı Suriye'yi umursamadı. Türkiye'ye kıymet vermek bir yana, Türkiye'yi devirmeye çalıştı. Coğrafi, kültürel, tarihi ve ideolojik değeriniz ne olursa olsun bunun değer veren tarafa bağlı olduğu ortaya çıktı. Somut karşılığı ve materyal altyapısı olmayan tüm kıymetlendirme çabalarının boş olduğu görüldü.
Fakat artık Türkiye bu krizli günlerde daha devrimsel nitelikte adımlar atıyor.
Türkiye siyasi gücünü Batı'ya yaranmaya çalışarak değil, yerli ve milli gücüne yatırım yaparak ve çoklu ittifaklar kurarak üretiyor.
Gerçekten ilk defa yerli savunma sanayini büyük yatırımlar yapılıyor.
Gerçekten ilk defa Batı dışı aktörlerle eşgüdümlü politikalar üretiliyor. Sancılı bir yola girildi. Batı'nın sevimli ve sadık müttefiki değiliz. Artık kendine yatırım yapan ve kendine dayanan bir aktör haline dönüşüyoruz.