Bunu da yadırgamamak gerekir.
Neticede, Türkiye nüfusunun dörtte birinin yaşadığı bir dünya kenti olan İstanbul seçimleriyle ilgili hem hukuki hem siyasi süreç ortada. Oy kullanma ve sayımıyla ilgili iddialar ve belgeler ortadayken, seçimin sonucunun ne kadar sağlıklı olduğuna dair kuşkuların giderilmesine yönelik sürecin en doğru şekilde sonuçlandırılması, her şeyden ve her tür ideolojik duruştan çok daha önemli. Ve bu süreci sonuçlandıracak olanlara da tarihi bir sorumluluk düşüyor. Adres de belli; YSK. 31 Mart gecesinden itibaren devam eden sürecin hukuki olduğu kadar siyasi ve tek bir seçmenin bile kafasında soru işareti bırakmayacak ölçüde kamuoyu vicdanını rahatlatacak bir karar olması da hepimizin ortak beklentisi elbette.
YSK bu kararı alana kadar da başta siyasetçiler olmak üzere herkes önce sakin olmalı ve elinde ve dilinde ne bilgi ve belge var ise bunu kamuoyu ve yetkili yerlerle paylaşıp, beklemeli.
Hiç kimseyi ve kurulu suçlamadan, itham etmeden ve hatta tehdit etmeden sorumluluk içinde görevini yapmalı.
Tam da bu noktada; Başkan Erdoğan'ın önceki gün yaptığı açıklamayı tekraren hatırlatmakta fayda var: "Dönem, kızgın demiri soğutma, kucaklaşma, birlik ve beraberliğimizi yeniden perçinleme dönemidir. Siyasi görüş ayrılıklarımızı bir kenara bırakarak 82 milyon hep birlikte Türkiye ittifakı olarak hareket etmeliyiz." Bu ittifakın ana başlıklarının ne olması gerektiğine dair sözleri daha da önemli: "Seçim tartışmalarını geride bırakarak ekonomi ve güvenlik başta olmak üzere asıl gündemimize odaklanmamız şarttır. Gayemiz, refahımızı artırmaktır." Bu cümlelerin altına imza atmayacak tek bir kişi yoktur eminim.
Türkiye, önce 24 Haziran, sonra da 31 Mart'ta yapılan seçimler sebebiyle bir süredir fazlasıyla iç siyasete döndü. Oysa, başta Suriye, Irak, İran, Ortadoğu gibi bölgemizde olmak üzere dünyanın genelinde öyle büyük değişim ve gelişmeler yaşanıyor ki; artık dünyanın lider ülkelerinden biri olarak ve bu gelişmelerden siyasi, coğrafi ve ekonomik açıdan en fazla etkilenen ülke olarak kendimizi soyutlama gibi bir lüksümüz kesinlikle yok. Bütün bunlara;
Gezi olaylarından başlayan süreçte son 6 yıldır Türkiye üzerine oynanan, oynanmakta ısrar edilen oyunlar ve tuzakları da eklersek; tehlikenin ve bilinen ifadeyle "Beka meselesinin" henüz bitmediğini de eklemek gerekiyor. Avrupa'nın pek çok ülkesi olmak üzere Türkiye'nin ekonomisini batmış, bitmiş gibi göstermek üzere yalana-algı operasyonlarına aracı olan, sebep olan herkesin ne kadar yanıldığı daha kaçıncı kez ortaya çıkacak? Ama, bunlar yılmıyorlar, her seferinde denemeye devam edecekler.
Türkiye, diklenmeden dik durarak, her seferinde biraz daha güçlenerek yoluna devam edecek. İşte tam da bu noktada Başkan Erdoğan'ın sözlerinin önemi biraz daha fazla ortaya çıkıyor.
Bir olduğumuz, birlik olduğumuz, suni gündemlerin peşinde dağılıp birbirimizi yıpratmadığımız; tam tersine daha sıkı sarılıp milli iradeyi Türkiye'nin istikbali, evlatlarımızın geleceği için daha güçlü ortaya koyduğumuz sürece hiçbir sorun olmaz zaten. Önümüzde 4.5 yıllık seçimsiz bir dönem var. Enerjimizi düne, dünkü kavgalara değil, devletimizin bekası, milletimizin refahını artırmak üzere kullanmaya kimin itirazı olabilir ki? Yanılıyor muyum?